Beylik laflar ederdi önceleri. ’’ Kaç yaşındasın, hala?’’ cümlesi ile başlayıp diğerlerini eleştiren. Kızardı babasına, amcasına, diğerlerine. Derdi kendine; ‘’Kırk yaşını geçeli de ne kadar olmuş ama…’’ Kırk yaş peygamberliğin emanet edildiği yaştı. Kalbin kemale erdiği, dünyaya notunu verdiği yaş. Sevdaların, kinlerin, umutsuzlukların ve kibrin kalbin tapusunu alıp, düstursuz mesken tuttuğu; fikirlerin kopmaz kökler saldığı, kırmızı çizgilerin daha da koyulaştığı kritik dönüm noktasıydı ona göre. Ama şimdi baktı aynaya, dikkatle, uzunca. Gözbebeklerinin ta içine. Öyle dikkatle baktı ki, sanki 37 yılın içinde kaybolmuş Zeyneb’i tutup çıkaracakmış gibi. Evet kırkına 3 yaş kala…
Her doğum gününden günler önce başlardı hazırlığa. Koca koca defterleri vardı. O gün milat olsun diye içinden çıkılmaz muhasebelere vesile. Maddi manevi hedefler listesi, gidilecek yerler listesi, aranılacak dostlar listesi, alınacaklar listesi…Program yapma takıntısı vardı. Dünya zelzelesinin içinde, tutabilmek için bir şeyleri, sanki zamanın sahibiymiş gibi. Sonra her senenin kendine tattırdığı imtihanları yazardı, o sene gönül heybesine yüklendiği. İşte baktı uzunca aynaya… Hayatında hiç bu kadar yersiz, yurtsuz hissetmemişti kendisini. Hiç bilmediği bir gezegende, bilmediği dilde. ’’ Kalpler ancak Rabbi anmakla mutmain olur ( Rad Suresi) ‘’ reçetesini de biliyordu da, kalbi huzursuzdu. Ait olduğu kainati henüz bulamamışların fobileri vardı onda da. Yanlış anlaşılma fobisi, arkada kırık kalp bırakma fobisi, iletişimsizlik fobisi, nezaketsizlik fobisi, bencil olabilme fobisi, derdini anlatamama fobisi, rakam ve teknolojı fobisi…
Gereksiz özürleri vardı herkese. Susma orucuna niyetlense de kocaman isyanı vardı kalbinde ama artık biliyordu sesini kıstıkça sözünün yükseldiğini. Kalbinin protestosu vardı bir de; dünyaya kazık çakmamak için rakamlara, teknolojiye, markalara, prosedürlere. Görmezden geliyordu habire; sanki ezberlese, bellese, anlasa dünya daha da yutacaktı onu. Gökyüzüyle hasbihali vardı bir de; her ayrıntısına, gözünün alabildiğine seyran ederdi semayı gece gündüz. Teleskop alacaktı, semadaki o kaçış noktasını bulabileceği dünya alevinden, yangın merdiveni misal…
Kırkına üç kala… Bu sene kendini mahşerde hissediyordu. Öylesine kalabalık ama kimsenin de kimseye bakmadığı. Herkes derdine müptela. Okumuştu bir yerde, kızgın güneşin altında cehennem misal çölde elinde buz satmaya çalışan adam gibi, bu ahirmanda zaman elinden kayıp gidiyordu. Artık sanki herkes başka dili konuşuyordu. Dünyaca konuşuyordu herkes. O aynaya bakarken gözlerinde ebediyeti ararken, öğle yemeğinde arkadaşları aynada inceledikleri yüzlerindeki kırışıklara yapacakları botokstan, bilmem hangi mağazadan alacağı bilmem kaçıncı elbisenin gireceği indirimden.. Kendini yersiz yurtsuz hissediyordu. Yeri yurdu memleketi bura değildi ki. Resmen gurbet sancısıydı çektiği. Bu dünya sürgününde, gün sayıyordu. Ruhu bedenine fazla geliyordu da, bazen kapatırdı gözlerini, hayal ederdi. Dar bir kafes, beyaz bir kuş içinde, sıkışmış kalmış. Kanatlarını bile açamıyor. Neredeyse boğulacak, öyle sıkıntılı. Öldü ölecek. Sonra açılınca kafes, kuş tüm zerreleriyle kanat çırparken, çıkar, yükselir ya semaya. Ahenkle, sükunetle… Rüzgarı hisseder ya her bir zerresinde … Hani demiş ya şair ‘’Özgürlük vedadır ten mağarasına’’. Ondan…
Ama bir de sevgi vardır da; karadeliklerin ortasında, kocaman gökkuşağı gibi. Hani bunaltıcı yaz akşamlarında esen rüzgarlar vardır, serin, sakin, telaşsız. Öylesine… Hesapsız, kitapsız, sorgusuz. Kalbe emanet misafirdir de, rahatsız olacak diye titrerken. Öyle değerli… Sonra, sanki o mahşeri kalabalıkta - dünya çölünde- hani filmlerde olur ya; kaybettiğine benzetir de kolunu çekersin karşındakinin, yüreğin ağzında bakarsın. Tam da ‘’ AA benden burada bir tane daha varmış’’ dersin. Öyle hasretle ama… Aması yok işte… Öyle değil bu dünyada… Borçlu sevgiler, tutulmuş sevda çeteleleri, kamu spotu uyarılar, prensiplere dayalı sevgi terapileri, şartlanmışlıklar, mantık denklemlerinden çıkmış sevgi gösterileri, kopyala yapıştır sevda sözleri pazarda satılan naylon oyuncaklar misal. Herkes herkese.. Hep hesap, hep mesafe.
Yaratılış gayesi diyor ya sevgi için; arzın halifesi, alemin gözbebeği insana. Bu dünya çölünü çiçek bahçelerine çevirecek sevgiye talipti artık; İlahi aşk dedikleri. Ama öyle kitaplarda okuduğu gibi olmuyordu. Mantık, kitap, usul değildi ki bu sevdanın gideri. Kalp ayağı ile yürünecekse, kalp ki her an dönense…
İşte zeyneb aynaya baktı uzunca; her zerresi dünya ile dolu iken, niyeti ile amelinin arasındaki koca uçurumda zıp zıp zıplarken, Terki dünya??
Hani demiş ya mübarek: ‘’ Dünya seni terketmeden evvel sen onu terk et!!!’’
....