Gönderi

Yurdunun göklerini yine gören Bruno’nun mutluluğu uzun sürmedi. Venedik’teki Kurşun Damlı Zindan’a atıldı. Zindanın küçük pencerelerinden gökyüzü güç görünüyordu. Bruno’yu bir gün sorguya götürdüler. Elleri arkasına bağlı, bir kanepede oturuyordu. Karşısında yüksekçe bir yerde, baş engizitörle yargıçlar bulunuyordu. Şu “kilise babalarıyla” “din kardeşleri” yok mu? Bunların sözüm ona “babaca” ve “kardeşçe” sevgisi olmasa, dünyada çok daha iyi yaşanırdı herhalde. Sorgularda her şey tasarlandığı gibi olurdu: Başlangıçta mahkûm sadece sorguya çekilir, sonra işkenceler başlardı. Engizisyonun elinde, insanı, aklının ucundan bile geçirmediği şeyleri dahi itirafa zorlamaya yetecek kadar araç vardı. Engizitörler, insan iradesini işkenceyle kırma yollarını bilirlerdi. Bu başlı başına bir sanattı. Her şeyden önce mahkûmun elleri iple bağlanır, düğüme bir çubuk geçirilirdi. Sonra doğruyu söylemesi teklif edilirdi. Mahkûm reddederse, çubuk döndürülerek elleri sımsıkı sıkılırdı. Susmaya devam ederse, çubuk bir defa daha döndürülürdü. Bu böylece beş, on, yirmi beş defa tekrarlanırdı. Bundan sonra mahkûma, Tanrı adına suçunu itiraf etmesi bir kere daha teklif edilirdi. İnat ederse, hücreye su dolu kovalar ve bir mangal getirilir, bu sefer su ve ateşle işkencelere geçilirdi. Mahkûmun ağzına bir kova su dökülür, “ölürse, suç kendisinin” denirdi. Mahkûmun yüzü kızgın demirle dağlanır, “suçunu kabul etmeyene merhamet yok” denirdi. Böylece, işkencelerin sonu gelmezdi. Kilise babaları, engizitörler, geceyi gündüzü zindanda geçirir, orada yer içerlerdi. Hapisane onlara ev, işkenceler de eğlence olurdu... Bruno’ya da böyle işkence edilmişti; tam sekiz hafta. Vücudunda hayır kalmamıştı. Güneşin altında yanan kurşun dam, insanı nasıl ezer, boğardı. Bir an önce sonu gelseydi bari şu işkencelerin. Fakat engizitörler Bruno’yu bedenen öldürmekle yetinmiyor, ilkin ruhunu öldürmek istiyorlardı. Bruno Roma’ya nakledildi. Romalı engizitörler, Bruno gibi yağlı bir parçayı Venedikli engizitörlere bırakmak istememişlerdi. Engizitörler, üzgün ve bitkin Bruno’yla altı yıl uğraştılar. Güçlü bir zekâsı ve derin bilgisi olduğunu biliyorlardı. Tartışmalarda Bruno’nun fikirlerini çürütebilecek bir filozof daha dünyaya gelmemişti. O halde Bruno kendi kendisini çürütmeliydi. Ölümden önce, kendi öğretisini kendisi öldürmeliydi. Bilimi öven, savunan Bruno’dan, herkesin gözleri önünde, sevgilisi bilimin yüzüne tükürmesini, onu lanetleyip ondan vazgeçmesini istiyorlardı. Ama Bruno’ya bunu yaptırabilecek işkence yoktu dünyada. Bruno bu son sınayışa çoktan hazırdı zaten. Defalarca kendi kendisine şu sözlerle seslenmişti: “Dayan, mert ol, cahillerin yargısı seni tehdit etse bile fikrinden dönme. Işığı karanlıktan ayırabilecek yüksek bir akıl mahkemesi vardır. Sadık, vefalı tanıklar ve avukatlar senin davanı savunacaklar. Düşmanlarınsa, kendi vicdanlarından kendi cellatlarını ve senin intikamını alacak birini bulacaklar.” İşte koridorda yine adımlar duyuldu. Kapı açıldı. Bruno’ nun önünde Dominikan generali, ihtiyar bir papaz duruyordu. Papaz Bruno’ya öğretisinin din kurallarına aykırı olduğunu kabul etmesini, yanlış fikirlerden dönmesini bir daha teklif etti. Bruno, son derece büyük bir mertlikle cevap verdi: “Fikrimden dönemem ve dönmek de istemem. Döneceğim hiçbir fikir yok zaten.” Mahkemenin son oturumu yapılıyordu. Bruno, büyük engizitörün sarayında dize getirilerek karar okundu. Karardaki, “Kardeş Giordano, kendisine mümkün olduğu kadar tatlı ve kan dökmeden davranılması için sivil makamlara teslim edilsin” sözlerinin korkunç anlamını Bruno anlıyordu. Bu tatlılığın ne demek olduğunu biliyordu. Sivil makamlar, tatlılıkla insana işkence eder, öfkelenmeden insanı sakatlar, “acıyarak” diri diri yakarlardı. Bruno ayağa kalktı, başını kaldırdı. Gözlerinden nefret okunuyordu. Şöyle dedi: – Siz kararınızı bildirirken korkuyorsunuz da, ben onu dinlerken korkmuyorum! Gerçekten Bruno, yargıçlar kadar korkmuyordu. Bruno ölecekti, ama uğrunda öldüğü bilim yaşamaya devam edecekti. Ona işkence edenlerse, birkaç yıl fazla yaşasalar da, çirkin ve karanlık işlerini tarih lanetleyecekti. Bruno ölüme mahkûm edilmişti, ama kavgaya yeni savaşçılar katılıyordu. Galileo, bilim yararına, yalanlanamaz yeni kanıtlar topluyor ve “Demokritos’un Aristoteles’ten daha iyi düşündüğünü” söylüyordu. Eli hünerli ustalar, camı perdahlamaya başlamışlardı. Çok geçmeden, bu perdahlanmış camlar teleskop ve mikroskop yapımında kullanılacaktı. Tahmin ve sezginin zamanı bitiyor, yalanlanamayan kanıtların zamanı başlıyordu. İnsan, eskiden ancak aklın yardımıyla sezdiklerini, pek yakında gözleriyle görecekti...
·
8 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.