"...Ağrı Dağında diyordu, Selim Balıkçı. Ben bu yarayı Ağrı Dağında aldım. Ağrı Dağında Kürtler isyan
çıkarmışlardı. Ben o zaman Erzurum’da askerdim.
Başını kaldırdı, bana baktı.
— Sen Ağrı Dağını gördün mü? diye sordu.
— Gördüm, dedim. Tepesine kadar da çıktım.
Bana, inanmaz inanmaz baktı.
— Tam tepesine kadar mı?
Tam tepesine kadar değil... Ağrı Dağının tepesine varınca önce bir düzlük görürsün.
— Eeeee?
O düzlüğün üstünde de, üç tane başka küçük tepecik vardır. Asıl Ağrı Dağının en yüksek yeri, söylediklerine
göre bu üç tepecikten biridir. İşte ben o düzlüğe vardım da, o en yüksek tepeye çıkamadım. O en yüksek
tepenin de yüksekliği altmış metre kadarmış.
— Nasıl ölçüyorlar dağların yüksekliğini?
— Bir alet var, gördüm, dedim. Demek sen Ağrı Dağında...
— Kürtlerle çarpıştım. Kürtler yaman adamlar, çok atıcı... Karşılıklı çarpışırken, ben asker kasketimi bir
değneğe takıp çıkarıyordum. Çıkar çıkmaz kasketim en az beş kurşunu birden yiyordu. Bizim bir komutanımız
vardı, adı Salih Paşa... Meymenetsiz bir adamdı ya, Atatürk onu severmiş. Beni yanına çağırıyordu, hele bir
bitsin Selim diyordu, hele bir bitsin, emekli olacağım, geleceğim senin Menekşe’den bir tarla alacağım. Şapkasını
yana yıkıyordu. Cemal Gürsel gibi kabadayı paşalar hep böyle şapkalarını yan yıkarlar. Belki de Çekmece’de
bir tarla alırım. At yetiştireceğim, domates dikeceğim. Seninle balığa çıkacağım. Ta Büyükada’ya kadar kürek
çekerek gideceğiz, diyordu. Sen denizden korkarsın paşam, diye takılıyordum. Ne, diyordu gülerek, korkmak
diyordu. Ama paşanın denizden ödünün koptuğu belliydi