Ruhların Tarihi"Ben beş kitap yazdım, ama bana hepsi tek
kitapmış gibi geliyor " demiş Aleksiyeviç.
Ben de onlarca acı hikaye okudum ama sanki tek hikayeyi, tek kadını okudum.Ve ortak duygularını hissettim: Isdırabı.
KADIN
Çocukluğunda:
"Okulda bize ölümü sevmeyi öğrettiler. Falan
şey uğruna ölmeyi nasıl da istediğimize, hayal ettiğimize dair kompozisyonlar yazardık." (sayfa 11)
Savaşa girmeden:
"Şahane lüle lüle saçları olurdu...Komutan zeminliğe girer:
--Erkek gibi kesin,derdi.
--Ama kadın bu.
--Hayır, o bir asker.Savaştan sonra tekrar kadın
olacak "(sayfa 223)
Savaşla Yüz Yüze Geldiğinde:
"İnsan birini öldürebileceğine hatta buna mecbur olduğuna ilişkin çılgın fikirle nasıl başbaşa kalır?"(sayfa 45)
Savaş Sürerken:
"Biz istiyorduk ki...Biz kimseye "Ah,şu kadınlar
dedirtmek istemiyorduk...O yüzden erkeklerden daha fazla gayret ediyorduk işte,
onlardan kötü olmadığımızı kanıtlama derdindeydik."
Savaş Bittiğinde:
"Zaferi bize yar etmediler. Onu usulca sıradan kadın mutluluğu ile takas ettiler. Zaferi bizimle bölüşmediler. Bu çok inciticiydi...Anlaşılmazdı.
Çünkü cephede erkekler bize mükemmel davranıyorlardı."
Bunları anlattığı zaman kadın altmış yaşlarında. Bir ömür kaç şey ile savaşmış, dersiniz?
Yaşama sevincinden uzak tutulmak, ölümle iç içe yaşamak, sevdiklerini kaybetmek, vatan sevgisi ve yaşama isteği arasında bocalamak...
Ya kadın bedeninde erkek gibi yaşamanın zorluğu... Erkeklerden geri kalmama kaygısı...
Açlık, yorgunluk, uykusuzluk öyle geri planda ki bunların yanında...
Üstelik asıl ısdırap savaştan sonraya saklıymış: Savaş biter, erkekler alkışlanır. Savaş kadınlarından ise çekinilir, korkulur, evlenilmek istenmez. Neden?
Erkeklere savaşın korkunçluğunu hatırlattığı için mi?
Zaferi kadınların yardımı ile kazanmanın ezikliği mi?
Cephede onlarca erkekle beraber yaşadıkları için mi?
Bence hepsi.
Oysa onların en çok özlemini duydukları şey kadınca yaşamaktı. Güzel hissetmek, hoş sözler duymak, aşık olmak, çocuk doğurmaktı.
İçlerinden biri Almanya'ya girdiklerinde en çok zoruna gidenin Alman kadınlarının evlerinde beyaz örtülü masalarda, porselen fincanlarda kahve içmeleri olduğunu söylüyor. Onca acının ortasında kadının buna takılmasını sanırım bir erkeğe izah etmek zor.
Kadın askerin tüfeğine menekşe takmasını, sargı bezlerini aşırıp elbise dikmesini anlatmak zor...
Yazar bir çiftle konuşurken adam, "Karım daha güzel anlatıyor, bir sürü ayrıntıyı hatırlıyor, ben de yıllarca onu dinleye dinleye onun anılarını yaşamış gibi oldum" benzeri bir cümle kuruyordu. Bu, kadın duyarlılığıdır işte.
Sanırım bu kadınların yaşadıkları bir daha yaşanamaz; onları anlayamayız, acılarını çekemeyiz.
Ama otuzbeş numara ayaklı minik bir kızın kırk iki numara erkek botlarıyla kilometrelerce yürüyüşünü okuduğumda ayaklarım karıncalandı çünkü benim de ayaklarım otuzbeş numara. Acıyı ayaklarımda hissettim. Kan kokusundan midem bulanır, çiğ etten tiksinirim. Onlarsa savaş sonrası yıllarca kırmızı rengi görmeye tahammül edememişler. Bu yüzden çektiklerini ancak hayal edebilirim.
El arabasına doldurulan kesik kolları, bacakları, hayvan gibi tasmayla gezdirilen çocukları, kendi bebeğini suda boğmak zorunda kalan anneleri anlatamadım. Bunları anlattım ben de.
Sarsıldım, düşündüm bol bol. Sanırım zenginleştim de. Kitap yanına ne başka kitap istedi, ne film... Öyle "sızı" olarak tek başına yaşamak istedi. Mola vere vere okumak zorunda kaldım. Normalde tek oturuşta epey okurum.
Sığınacak bir yer aradım. O sırada:
"Bir şekilde insan, insana iyi geliyor." (sayfa 165) dedi bir kadın.
Evet, insan insana bütün bu dehşeti yaşatıyor. İyileşme de yine insanla. O zaman derdimiz ne bizim?
Yazarın öğrenmek istediği de insan. "Tek bir insan" Bu yüzden "ruhların tarihini yazıyorum" demiş. Başarmış da...
"Yeryüzünde binlerce savaş yaşanmış(...) ama savaş insanlığın başlıca sırlarından biri olarak kalmayı sürdürüyor."
Savaşı tekrar tekrar okuyoruz, dinliyoruz, izliyoruz, görüyoruz. Hala merak etmemiz bundan mı?