Anlamanın başında, o beceriksiz başlangıcında yalnızlık gelecektir.Çünkü yazmak bir hesaplaşma, bir iç yolculuktur aynı zamanda.
1971 yılıdır. Ankara Basın Toplu Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülen bir davadır. Yazar ''Yürümek'' adlı bir roman yazmıştır. Roman TRT Roman Ödülü'nü kazanmıştır. Ancak romanın içeriği ahlakistan olarak bilinen ülkede infial yaratmıştır. Okuyanların ahlakı bozulmuş, olmayanlar olmuş gibi gösterilmiştir. Neyse ki adalet parmağı kesmek üzere harekete geçmiş sanık kıskıvrak yakalanarak başkan ve üyelerinin karşısına geçirilmiştir. Davada sanıktan sorulur:
BAŞKAN: Neden böyle müstehcen bir yazıyı kaleme aldın? Üstelik yetinmedin TRT Roman Ödülüne başvurdun?
YAZAR: Efendim burada yazılanlar Türkiye gerçeğidir. Karakter üzerinden yapılan bir anlatıdır. Dünya edebiyatında birçok örneği mevcuttur.
BAŞKAN: Her gerçek her yerde söylenmez. Dünya edebiyatından bize ne? Burası Ahlakistan! Ayrıca bir kadın olarak kendine yakıştırıyor musun bu tür ifadeleri?
YAZAR: Olayın kimin ağzından çıktığının ne önemi var efendim? Konumuz kimliğim mi yoksa yazılanlar mı? Ona göre kendimi savunacağım.
BAŞKAN: Laflarımı saptırma! Başka diyeceğin var mı?
YAZAR: Mümkün müdür bilmiyorum beraatimi talep ediyorum. Suçsuzum.
Böyle olmasa da buna benzer bir yargılamayla hüküm giyer Sevgi Soysal. Beraatini gerçekten istemiş midir bilmiyorum ancak suçsuz olduğunun hükmünü roman bitince verebildim. Her gerçek her yerde söylenmez de ne yapılır, üstü mü örtülür? Olmamış gibi mi davranılır? Tüm lanetler, felaketler bundan ileri gelir. İnsanoğlu küresel bir suç organizasyonudur. Bu organizasyon sakat bir adalet sisteminin inisiyatifine bırakılmıştır. Bunları biliyorsunuz, geçelim bunları.
İsyankâr bir ruh, romantik bir varoluşçu, tutkulu bir yazar... Böyle niteliyorlar onu. Sevgi Soysal, kişilerin hayatları arasında sık sık gelgitler yaparken doğadan, hayvanlardan, çiçeklerden merhabasını eksik etmiyor. Kendine has anlatımıyla betimliyor doğayı. Gözümüzde canlanıp canlanmaması pek mühim değil. Azıcık hayal gücü canım, çok şey değil!
Romanın girişinde yer alan şu kısım kitabı ve anlatım tarzını anlamak adına rehber niteliğinde. Robbe Grillet’in ifadesiyle “klasik romanda yazar doğru bir dil, tatlı, renkli, coşkulu bir anlatım kullanmışsa övülür. Nasıl anlattığıysa bir arac, basit bir tercihtir sadece. Romanın özü, varoluş sebebi, içindeki şeyler hep anlatılan hikayeye indirgenir... İyi anlatmak demek, yazılan şeyi insanların alıştığı -önceden kurulmuş- şemalara benzetmek, yani hayattan edindikleri genelgeçer düşüncelere uydurmak demektir”... Sevgi Soysal’ın yazdığı yıllarda edebiyatımızda rağbet gören anlatım tarzı tam da böyledir...
İlk kez okuyorum Sevgi Soysal'ı. O sebeple söyleyeceklerim tek atımlık kurşunun getirileri. Ne anlatıyor Soysal? İki ana karakter varmış gibi ancak bir ağaç düşünün ve onun kolları gibi uzanan dallar. Bu kitabın da bir çok uzanan dalı var ancak kökleşen iki madde: Memet ve Ela. Büyümüşlükleri, acıları, sevinçleri de zaman geçişlerinin sertliğiyle kaynıyor hafızamızda. Hangi ara buraya geldik sızlanmalarını bir kenara bırakıyoruz 50. sayfalarda. Çünkü yazarı ''anladım seni, sen busun, bilmeliydim'' şeklinde bir kaynaşmayla kabulleniyoruz. Ankara'nın semtleriyle başlayıp, Giresun'lara, Adalar'a, İstanbul'lara uzanan hikayeler dönüyor.
Kitabın getirdiği birtakım esintiler
Memet ucuz ayakkabılarını attı önüne, usulca giydi. Kapıyı çarptı, maskesiz olduğu aklına geldi. Olsun dedi, gencim. Apartmanın kapısını ayağıyla açtı, tedbir önemliydi. Çile dolduranların arasına karıştı hızla. Kendisi gibi maskesizleri görüp, huzur doldu. Temiz havayı içine doldurdu kayıtsızca. İleride polis arabasını gördü bir şey unutmuşçasına geri döndü, etraftaki insanların kayıtsızlığıyla, o da döndü yönünü onlara, artık legaldi bu aymazlık, mutasyona uğruyordu herhalde ağzına tükürdüğümün virüsü. Nece konuşur bu virüs, anlamaz mı insanlıktan, ah diyordu tatil çekiyor canım, gitsem, yüzsem. Hep aynı yüzlere rastlamışlığın verdiği üzüntüyle sarsıldı içi. Neyse ki maskeler perdeliyordu da bir değişiklik peydah olmuştu ötelerden. Ya virüs kaparsam, sonra rahat adımlarla ilerleyerek ''erkek adama işler mi la virüs'' dedi. Angara bebesiyiz. Yokuşu hızlı adımlarla çıkacakken nefesi kesilir gibi oldu, Ankara'nın yokuşlarına, suyuna, toprağına giydirdi istemsiz. Sonra baktı yukarı affet Allahım.
Allah affeder miydi, tüm günahlar işlerlik kazanıyordu kendi merkezli mekanizmasında. Olsun la dedi, bir kere geldik dünyaya. Sonra otobüse bindi, kıç kıça, ağız ağıza pastırma makinasına konan hazır etler gibiydiler. Yaz da gelmişti, beklenmedik bir çabuklukta gelen bugün kadar hazırlıksızdı bu mevsime.
Bu eseriyle tanış olduk Sevgi hanımla. Beklemediğim bir tesir yarattı kalemi. Camus, Sartre, Simone de Beauvoir gibi varoluşçu yazarların eserlerinden ışıkla kendi özgürlüğünün peşinde koştuğunu okudum röportajında. Bu da ayrı bir kıstas benim için. İyi okumalar.