Her Biri İçin Kesilen Nefesim: Yedi Asılmışlardan Doğan ÖlümsüzlereBedenleri darağacına asılan insanların fikirleri de göklere asılır; oradan sessiz, sınırlandırılmamış bir ışık tutarlar bizlere.
Bir yıldız olurlar, zamanı dolmayacak bir süper dev misali azametlidir her biri. Bu dünyaya ait olamayacak kadar pırıl pırıldır onlar, hayalini kurdukları başka dünyaların ışıklarını buraya da taşımak isterler; bu yüzden her daim mevcut karanlıklarla çatışmaktır kaderleri. 1900’lü yılların başlarındaki Rusya’da da durum tam da böyledir. İktidara yönelik kalkışmalar ve ancak iki yıl sonra bastırılabilen kederli bir devrim… Ve ardından bir salgın halini alan idamlar ve intiharlar… 1907 yılından 1917’ye kadar ülkenin her köşesinde aralıksız kurulan darağaçları ve her şafak vakti bilmem kaç gencin insanlık dışı çarpılmış bedeni…
Hal böyle olunca Rus aydınları, yazarları ve hümanistleri daha fazla sessiz kalamazlar bu dehşetli trajediye. Yitip gidenler gençlerdir, gerçeğe taşınmamış ümitlerdir, gelecektir. Gorki, Tolstoy, Korolenko gibi öncü isimler hemen sanatsal bir karşı hareket başlatırlar ve kısa zamanda diğer aydınları da etraflarında toplarlar. Leonid Andreyev de bu aydın insanlardan biridir ve işte bu dönemde onun kaleminden çıkar Yedi Asılmışların Hikayesi…
Ama ben bu güzel kitaba geçmeden önce, yazımı bir parça daha uzatmak pahasına Andreyev’i biraz daha anlatacağım, onu iki kelimeyle öylece geçmeye razı olamayacağım. Çünkü aydın derken onu klişelere boğmak için kullanmadım bu tabiri. O gerçekten tam manasıyla aklı, karakteri ve ruhuyla aydın, tertemiz, aziz bir insandı. Şöhret kazandı ama bu şöhret onu ezemedi, zenginliğe ulaştı ama paraya karşı yenilmedi. Maddi manevi her anlamda birçok gence ve yazara elini uzattı, yardım etti ve hep kendinde olanları paylaştı. O dönemde birçok genç yazarın isim yapmasında payı vardır Andreyev'in.
İşte bu duyarlılığından dolayı dönemin karanlığına karşı sessiz kalması da mümkün olmadı zaten. Çok hassas bir ruhu olan Andreyev için yıllarca süren bu idamlar ve ölüm kavramı, onu her zaman ve her an derinden düşündürmüştü. Kitabını yazarken de bu düşünceler ondan asla kopmadı.
Ölümden bir adım önce ve tam da ölüm anında, yaşayanların sırrına eremediği o bilinmez sonsuzluğun apaçık bir gerçek gibi insanın karşısında dikildiği ve bütün sırlarını o dehşetli ve ihtişamlı sahnede bir an için ortaya döktüğü anı yaşamaya çalışır Andreyev. Ölüm anı gelişen o bilinmez duyguları o çok duyarlı ruhuyla hisseder ve bize de hissettirmeye çalışır. Çünkü yazarken hayattan ve insanlardan tamamen kendisini soyutlayan, salt yazdıklarından ibaret kalan ve karakterlerini sayfalarda yaratırken aynı zamanda ruhunun derinliklerinde de onlara canından bir parça sunup onlara hayat veren, hatta en gerçek anlamıyla yarattığı karakterlerin ta kendisi olan bir tutkundur Andreyev. Ki böyle zamanlarda bu tutku onda öyle ateşli bir belirginlik hali gösterir ki Çehov, Gorki gibi pek çok çağdaşı onun bu halini ‘yangın afeti’ne benzetirler.
Yedi Asılmışların Hikayesi işte böylesine üstün nitelikli bir yazarın kaleminden çıkmıştır. Ve bu anlamda Çarların diktatörlüğüne ve onların darağaçlarına karşı en şiddetli bir protesto olarak kabul görmüş ve büyük bir yankı uyandırmıştır. Yaşanmış bir hikayedir aynı zamanda. Anlattığı karakterler gerçekten de 1907 yılında idam edilmiştir. Kimisinin kimliği gizlidir elbette ama üç tanesinin kimliğini bugün biliyoruz. Bunların ikisi, henüz 20 ve 22 yaşında gencecik kızlar olan Tatyana ve Lidya'dır. Diğeriyse kitapta Verner adıyla geçen ve muntazam bir karakter olan Lebedintsev’dir. Bu devrimcinin bir özelliği de bir bilim insanı olmasıdır ve uzay üzerine kurmuş olduğu teoriler bugünün uzay araştırmalarına ışık tutmuştur.
Ve bizler, Andreyev’in kederli kalemiyle bu yedi insana doğru içsel bir yolculuğa çıkıyor, idamdan hemen önceki gece her birinin hücresine, o görünüşte küçük ama gerçekte bütün cehennemleri içinde barındıran, her bir köşesine dehşetli bir ölüm duygusunun sindiği, ölümün tavandan, demir parmaklıkların ardından, karanlık duvarlardan sızıp zihinlerini ele geçirdiği hücrelerine konuk oluyor ve darağacına doğru götürülürlerken onları bu hayat ile ölüm arasındaki o çok ince çizgide, o delicesine süren ıssız yürüyüşlerinde yalnız bırakmıyoruz. Ölüm en amansız bir gerçek olup karşılarına dikildiğinde onlarla hayatı derinden sorguluyor, yitip giden varoluşa yeni anlamlar yüklüyor, insanı yeniden anlamaya çalışıyoruz. Bu sırrı çözülemez, bilinmez, muğlak ölüm gerçeğinin dehşeti karşısında önce bocalıyor, bilinen tüm gerçekliği unutuyor, dengemizi yitiriyoruz ve ardından bambaşka yeni dengeler yaratıyoruz. Ölümden o kadar korkmuyoruz ama yine de dönüp dolaşıp onulmaz bir veda duygusunda takılıp kalıyor, ayrılığın yakıcı hüznüne karşı kaybedip duruyoruz: Hayata, arkadaşlara, gençliğe, yaşanmamış geleceklere, bahar kokulu dirilişlere, paylaşılamamış sevgilere, sevecen ümitlere, her şeye…
Ve etraftaki her şey de bu kederden biraz payını alıyor sanki: Bahar rüzgarı daha bir hüzünlü vuruyor yüze, yağmur hüzün bulutlarından düşüyor yeryüzüne, her saat başı havayı hüzünle titretiyor çanın sesi, ağacın dalından kopup düşen bir yaprak hüzünle salınıyor yere. Kuşlar bir çift kanatlı hüzündür şimdi, ötüşlerinde uzak diyarlardan getirdikleri duyulmamış hüzünlü şarkıları dinletiyorlar bizlere...
Şimdi baksanıza o güzel, kusursuz genç yüzlere! Yaşam onlara ne güzel sarılmış ki yanakları al al, derilerinin altındaki kan nasıl neşeyle akıyor. Bakın nasıl da en parlak bahar sabahlarından daha canlı parlıyor gözleri, gülüşleri en yakıcı güneşten daha sıcak, insanın içine güzel bir yaz gecesinin duru mehtabı gibi doğuyor, aydınlatıyor. Sonra… İpe sallandırılıp ölümün pençesine atılınca nasıl da çarpılacak o güzel yüzler, nasıl da yerlerinden uğrayacak o gök duru gözler, neşeli şarkılar söylemeye alışkın o ağızlar nasıl önce acıyla kasılıp sonra ansızın gevşeyecek, inci dişlerinin arasından sarkacak morarmış diller… Bunları da elbette unutmayacağız. Ama yine de insanlığa yakışmayan bu utanç tablosu halleriyle hatırlamayacağız onları biz. Onları daha çok bu dünyadan olmayan hafif, latif bir ışık gibi, bu yüzden başka dünyaları düşleyen o genç hallerini hatırlayacağız her zaman.
Gelelim bu kitabın bizim ülkemizdeki yazın serüvenine… Yıl 1972. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idama mahkum edilmiş. Nasıl ki Andreyev kendi ülkesindeki idamlara ses getirmek için kaleme aldıysa bu romanı, işte tam da bu yüzden o dönemde çevirisi yapıldı bu romanın. İnsanların dikkatini çekebilmek ve belki de ortak bir şuur oluşturup bu talihsizliğin önüne geçmek için. Sonrası ise malum, bir şey söyleyemiyorum...
Ama tam da burada, bu sona uygun düşecek bir pasajı paylaşmak istiyorum.
‘’Bu mu, ölüm? Ama bu nasıl ölmek böyle?’’ diye düşünüyor Musya, büyük bir mutluluğa erişerek.
Yeryüzünde ne kadar bilgin, filozof, ne kadar cellat varsa hepsi şimdi hücresinde bir araya gelseler, önüne kitap, deri yüzen bıçak, balta ve ipler serseler, ölümün varoluşunu ispatlamaya, insanın ya kendi ölümüyle öldüğünü ya da başkasının eliyle öldürüldüğünü ve ölümsüzlük diye bir şeyin asla dünya üzerinde mevcut olmadığını anlatmaya çalışsalar, Musya'yı sadece hayrete düşürmüş olacaklardı. Nasıl mümkün? Ölmezlik nasıl olmazmış? O şimdi, bu anda bile ölümsüzdür. Daha nasıl ölüm daha nasıl ölümsüzlük söz konusu olabilir? O şimdi hem ölmüş, hem de ölümsüzdür, ölümün içinde dipdiridir, hayatta iken olduğu gibi.’’
Evet, tam da öylesiniz; Deniz, Yusuf, Hüseyin, Lebedintsev, Tatyana, Lidya, yedi asılmışlar ve daha nicesi… Ölümsüzsünüz siz, dipdirisiniz. Aynı hayatta olduğu gibi ve hatta daha da canlı olarak, bir yıldız gibi parlayan...