Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

280 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
·
5 günde okudu
BİR SONRAKİ ROMAN KAHRAMANI BİZ OLMAYALIM
Spoiler içerir Yıl 1959. Elimizdeki kitap içinde yazılanlardan gayri kendine ait bir başka maceranın da ana karakteridir. Fakir Baykurt bu kitabı 28 yaşında yeterli edebi ve toplumsal bilgiye haiz bir vaziyette kaleme almıştır. Kitabı bitirdikten sonra "Yunus Nadi Roman Armağanı Yarışması"na göndermiş ve dokuz kişilik jüriden yedi oy alarak birinci çıkmıştır. Bu jüride Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Azra Erhat, Orhan Kemal, Behçet Necatigil gibi alanında yetkin isimler vardır. Birincilik sonrası, kitap önce Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmış, sonra ise basımı gerçekleşmiştir. Kitapta bel altı ima bulunan ufak bir kıssa geçmektedir. İşte bu kıssaya dayandırılarak "müstehcen yayın kovuşturması" açılmıştır esere. Bilirkişi raporu kitap lehine olsa da Milli Eğitim Bakanı'nın emri ile düzenlenen yeni raporda "Roman, hem müstehcendir, hem de sol propoganda yapmaktadır!" içeriğine istinaden 1960'a kadar Fakir Baykurt öğretmenlik görevinden uzaklaştırılmıştır. Ve bu olayların üzerine Baykurt şunu söyler bize ibret alalım diye: "Bu akıllılar, ülkemizde güç halle ilerlemeye çalışan sanatın havasını kesmeye, güneşine perde olmaya özeniyorlar. Sanatçıyı yıldırıp kendi buyruklarına almak istiyorlar. Ama sanatçı, onların dediği yere gelmez! Bir oyunun oynanmasına engel olabilirler. Türkiye'de onlardan yılacak bir tiyatro genel müdürü, bir milli eğitim bakanı çıkabilir ve çıkmıştır. Ama sanatçı çıkmaz. Tek başıma da kalsam, bir sanatçı olarak ben onları dinlemem. Onların sözüne bakıp yazacaklarımdan geri kalmam. Onların keyfine göre tek satır yazmam; firlatır atarım elimden o kalemi!" İşte bu cümlelerin sahibinden bize ulaşan her satır, gerçekleri tam doğruluk ile yansıtan satırlardır. Bu kitap hakkında yazarken, ben daha çok o gün ile bugünü kıyas etmek istiyorum. Zira geçmiş dönemi bilmenin en büyük önemi bugünü akılla yöneterek geleceği doğru şekilde inşa etmektir bana göre. Kitabımızın ana karakterleri; Kara Bayram, eşi Haçça, üç çocukları ve bir de annesi Irazca ile Burdur'un Yeşilova ilçesine bağlı yoksul Karataş köyünün kendi halinde bir ailesidir. Bir de Sultanca teyzesi vardır Bayram'ın, oğulları evlendikten sonra kendisini yalnız bıraktıklarından her daim dert yanar ilenir. Ailemiz yedi sene evvel aldığı küçük bir arsanın borcunu zar zor yeni bitirmiş ve artık düze çıkmış, biraz kendilerini toparlayıp mutlu olmaya heveslenmişlerdir. Köy yerlerine gidenler bilir. İmkânlar her daim çağın gerisindedir oralarda. Benim köyümde doğru düzgün hane bile kalmamıştır artık. Herkes yerini yurdunu yaşamın imkanlarına ulaşabileceği yerler için terk etmiştir. Yazdan yaza fındığı, çayı toplamak için gelenler olursa şenlenir işte. O da hepi topu iki ay bir süre. Sonrası yine gri bulutlar altında ıssız bir sessizlik... Hani hep denir ya köylük yerde halk cahildir diye. İşte ben bu kavrama farklı yaklaşıyorum. Ben cehalet kavramı ile bilgisizlik kavramını birbirinden ayırıyorum. Cehalet öğrenmeye, eğitime, ilerlemeye bile isteye direnmek iken; bilgisizlik, bilgiye ulaşamıyor olmak, bir nevi imkânsızlıklara boyun eğmektir bana göre. İşte bizim ailemiz de bilgisizliğin pençesinde bir ailedir. Öyle ki bunun acısını kendileri de net şekilde hissederler ve bundan kurtulmak ister ama nasıl yol alacaklarını bilmezler. Bunu bana hissettiren ise Bayram ile Haçça arasında geçen şu konuşma olmuştur: "Haçça, saf saf sordu: "Etli miydi yüzbaşı?" "Etli tabii! Etli ki, kıpkırmızı! Etli olmaz mı yüzbaşı? Mancar! Karısı da etli! Bir gün gördük. Nasıl kırmızı? İnsanın dudağının içi gibi kırmızıydı avradın yüzü! Allah seni inandırsın, hem ak, hem kırmızı!" "Hiç kir yok mu?" "Ne gezer kir ulan! Hiç yok tabii!..." "Elleri kuru değil mi?" "Kuru mu olur? Hep sıcak su, hep sabun!." "Çatlak değil mi?" "Hiç, hiç..."" Bayram'ın askerde gördüğü ve anlattığı komutanların "duşları"na, temizliğine öyle özenir ki Haçça, iki sene para biriktirip biz de duş alalım der. Teknik kurulum nedir bilmez ki saf Haçça. Öyle ki insanların her daim temiz kalabilmeleri bile onun için şaşılacak şeydir. İşte köylük yerde "cehalet" olarak adlandırılan şey bu bilmemenin, görmemenin, ulaşamamanın hâlidir. Söyler misiniz bana, günümüzde her türlü imkana sahip genç, yetişkin ya da yaşlı insanların halen daha "Selanik nerede?" sorusuna cevap veremiyor oluşu mudur cehalet yoksa Haçça'nın "duşa su nasıl yukardan akar" sorusu mu? Evet cehalet kavramını burada bırakıp köy ortamının bir mücadelesini daha dile getirelim. Bizim bu köyde bir de ailemizin can düşmanı yılanlar vardır. Vakti zamanında Irazca'nın kocası, Bayram'ın babası hikâye bu ya, köylünün zihnine korku salan bir şahmeranı vurmuş öldürmüş, o günden sonra da yılanlar bizim aileye düşman olmuş. Gel zaman git zaman yıllar yılı kâh yılanlar aileden birini almış, kâh aileden birileri yılanların canını. Düşmanlık böyle süredursun bir gün harımda çalışırlarken küçük oğlan Ahmet karşısına çıkan yılanı öldürür. Öyle ki yılan öldürmek kahramanlıktır. Kahraman oldu bizim küçük Ahmet, hem korkar hem sevinir. Tabi Irazca da gurur duyar torunundan. Irazca der ki: "Kuyruk acısı tıpkı evlat acısı gibidir. İnsan evlat acısını, yılan kuyruk acısını unutamaz dünyada!..." Hem gurur duyar hem korkar bu mücadeleden ve başlarına geleceklerden. Tabi fukara insanın başına geleceklerin sınırı yoktur elbette. İl "büyükleri" insanların mevcut hükümet döneminde ne denli "özgür ve mutlu" olduğunu anlatacak bir heykel dikmeye karar verir şehir merkezine. Ve tabi parasını da mutlu halk ödeyecektir. Kasabalara köylere haber salınır miktarlar belirlenir. Karataş köyünün muhtarı boş sandığı doldurmak adına köy içinden arsa satar Deli Haceli'ye ki Haceli burada ev yaptırsın kendine. Muhtarı arkasına alan, köy kuruluna seçilen Haceli artık her şeyi rahatlıkla elde edebileceğini düşünür. Ama bu düşünceler öyle havadan gelmez elbet. Bilir ki "bürokrat takımı"ndan olunca her işin rast gider. Allah'ın işi, her kapı açılıverir kolayca o takıma. Sonuçta önemli insanların her yaptığı iş önemlidir öyle değil mi? Haklı oldukları bir nokta vardır. Haceli ile karısı Fatma evlerinden yaz kış su çıkmasından, rutubetinden bıkmıştır. Kuru ve güzel, yeni bir ev isterler lakin Haceli Irazca'nın evinin önünü almıştır. Köylük yerde hela ve gübre çıkmaları evin arkasına atılır. Irazca ve ailesi buna nasıl müsaade etsin? O kokuya o pisliğe nasıl dayansın? Oysa yıkık evlerin olduğu araziler de seçilebilirdi fakat keyif bu ya ille de köy ortasında olsun ev. Peki muhtar neden onca hane arasında bizim ailenin evinin önünü seçer? Çünkü parasızdır, kendi halinde garibandır. Ses edemez hakkını arayamaz da ondan. Ama en sakin insan bile boynuna basılır ise delirir ya işte bizim aile de bu olaydan sonra delirir. Haceli temel açar, bizimkiler temeli gece toprakla yeniden doldurur. Haceli yalvar yakar arayı bulmak ister, muhtar Bayram'ı iknaya çalışır ama başaramazlar. Haceli temeli tekrar açar, kerpiçleri getirir yığar bizim aile bu kez de kerpiçleri kırar un ufak eder. Fakat bu esnada bir olay yaşanır ki bir kadın olarak en çok kızdığım şeylerden biridir. Güzel Fatma'nın ezelden beri Bayram'da gözü vardır. Bunu bilen Irazca kendi eliyle Bayram'ı Fatma'ya gönderir ki birlikte olsunlar diye. Olurlar onlar da. Şimdi burada bir duralım. Irazca bunu neden yapmıştır? Gelini Haçça'yı onca seven, her huyunu yaraşırlı bulan kayınvalide bunu neden yapmıştır? Onlara göre cevap çok basit. Deli Haceli'den intikam almak için. Onun namusunu, gururunu yaralamak için. Peki böyle bir durumda Bayram'ın namusu ne oluyor? Apak mı kalıyor? Peki bu durumda Haçça'nın gururu ne oluyor? Göklere mi çıkıyor? Bizim toplumumuzda gerek köy, gerek kasaba, gerek şehir farketmeksizin en büyük kötülük "namus üzerine alınan intikam" anlayışıdır. Namus kavramı yalnızca cinsel birlikteliğe dayandırılarak kadınlar her daim aşağılanmış ve bu intikam oyununun "eşyası" olmuştur. Üstelik bu oyunlar pek çok zaman diğer kadınlar tarafından düzenlenmiştir. Yönetmen kadın, birinci oyuncu erkek, ikinci oyuncu yine bir kadın. Günümüzde erkeklerin hoşuna gitmeyecek söylemler ve eylemler gerçekleştiren kadınlar yine böyle tehditlere maruz kalmıyor mu? "Senin namusunu iki paralık eder rezil ederim, insan içine çıkamazsın, "adam" tutar tecavüz ettirir kirletirim..." şeklindeki tehditler bugün sosyal medyada bile yapılmıyor mu? Ne değişiyor köy ile şehir arasında? Ne değişti 1960 ile 2020 arasında? Ben söyleyeyim. Sadece oyuncuların kimlikleri. Buradan tekrar devam edelim. Bayram'ı ikna edemeyen muhtar onu faka bastırıp kendi evinde iki kişiye dövdürür. Kerpiçlerin kırıldığını gören Haceli Irazca'nın evini basar eline aldığı taşları fırlatıp Haçça'yı döver. Hiçbir suçu günahı olmayan bu kadın aldığı darbeler ile çocuğunu düşürür perişan halde yataklara düşer. Irazca'nın öfkesi, ağıtları, bedduaları yeri göğü tutar tabi. Bu yollar ile boyun eğdireceklerine inanırlar. Söz ile ikna olmayanı şiddet ile ikna etmenin etkili olduğu bir ülkeyiz çünkü biz. İşte bir yanda bunlar yaşanır iken bir yandan da köy kurulunda öyle bir telaş vardır ki sormayın gitsin. Köye "Kaymakam" gelecektir. Kaymakam milleti gelince ne yapar? En iyi etleri, yağı, balı, kaymağı, tatlıları yer, şarabını, rakısını içer. En varsıl evde bir gece rahat döşeklerde konaklar gider. Bütün bunları da köylüden tedarik etmek lazım elbette ki. Bakın bizim kanayan yaramız işte budur. Bizim kanayan yaramız adaletin, hakkın, hukukun para ile satın alınmasıdır. Para ile satın alınınca bunun adı elbet adalet olmaktan çıkar ama biz yine de böyle adlandıralım. Bizim ülkemizde masum bir kadına araba çarpar, kadın ölür. Ama şoförün babası falanca yerin belediye başkanıdır. Şoför yurt dışına gönderilir dava kapanır. Bizim ülkemizde fabrikalarda iş kazası yaşanır. Bakanlık iş güvenliği tedbirlerini gereken periyodlar ile gerektiği şekilde kontrol etmediği için verecek cevap bulamaz ve bakan "Ailelerimize taziye ziyaretlerine başladık, Allah rahmet eylesin." der timsah gözyaşları eşliğinde ve ekrandan sessizce çekilir. Bizim ülkemizde kadınlar, çocuklar, vakıflarda öğrenciler cinsel istismara uğrar, yeri gelir istismar cinayet ile sonuçlanır, meclise sunulan araştırma önergeleri reddedilir, dilimin varmadığı vicdansız cümleler eşliğinde olaylar kapatılır. Bizim ülkemizde ihaleler rant uğruna yetkin olmayan kişi ve şirketlere verilir ve halkın parası çer çöp edilir. Yani demem o ki parayı kim veriyorsa onun düdüğü nağmeler çalar. Fakir fukara gariban halk da o nağmelere içi yanarken alkış tutmak zorunda kalır. Yani demem o ki makama kim geçer ise hak, hukuk, adalet, vicdan, onur dinlemeden bir alttakinin başını ezer. Çünkü onun üstündeki de onun başını eziyordur. Hırsını, öfkesini gücü yettiğinden çıkarır. İşte böyledir erkin yaptırımları bizde. Şimdi hikayemizin sonuna geçelim. Haklı mücadelesini sonuna kadar sürdürmeye karar veren Irazca, kaymakamı köye girmeden yakalamaya karar verir. Köy girişinde bekler, başına gelenleri bir bir anlatır. Onurlu adam garibanı dinler de o onursuzların sofrasına değil fakirin sofrasına oturur diye de sitemini eder gider. Fakat bu kaymakam diğerleri gibi değildir. Kendisini davul zurna ile karşılamaya gelen muhtarın yüzüne bakmaz, sofrasına oturmaz, köylü ile el sıkışır, hal hatır sorar. Haceli'nin arsa hakkını da iptal ettirir çeker gider. Vardır böyle bürokratlarımız bizim. Vardır bir yerlerde halkı korumak için canla başla çırpınan, işini vicdanı ile hak ile hukuk ile yapmaya can atan bürokratlarımız. Vardır ama sayısı azdır işte. Büyük adamları besleyen bu küçük insanların üzerine basıp geçmek daha mı büyütür bu güçlü adamları? Neden düşünmezler birbirine bağlı bir grubun ilerleme hızı en yavaş adıma göredir diye? Niye demezler ki halkın en güçsüz kesimi dahi eğitim aldıkça toplumun en üst basamakları da o oranda yücelir diye? Niye demezler ki her bireyin hakkını eline teslim edersek güveni artar da canla başla, yalansız dolansız çalışır, toplum tüm bireyleri ile hep beraber kalkınır diye? Niye demezler ki biz bir BÜTÜNÜZ diye? Bilmem ki niye böyle düşünmezler? Çok mu zordur düşünmek, yoksa düşünmeyi mi bilmezler? Acep ne ola ki sebebi? Evet işte biz böyle düşünürüz ama muhtar bizim gibi düşünmez. Tutuşmuştur etekleri, kaymakamın güçlüyü neden korumadığını bir türlü anlamaz ama yapması gerekeni bilir. Haçça'ya bir şey olursa hem kendisinin hem Haceli'nin başının derde gireceğini bildiğinden gönderir sağlıkçıyı Irazca'nın evine, baktırır Haçça geline, tedavi ettirir. Ama daha önemlisi Bayram'ı ve Irazca'yı kaymakamın vermiş olduğu savcılığa başvurma aklından vaz geçirtmek zorundadır. Toplar köy kurulunu başlar ikna sözlerine. Kimi zaman tatlı dille kimi zaman tehdit ile. Bayram yanaşmaz, çünkü anası "Asla" demiştir. Mücadele etmeye kararlıdır Dertli Irazca. Eve gelir Bayram. Tehditleri döker düşünür. Bilir ki anası ne kadar kanun var, hak var dese de Bayram'ın cebinde para yoktur. Hukuk demek para demektir bilir bunu Bayram. Bayram düşünedursun yılanlar yapar gene yapacağını alır öcünü o gece birinden. Irazca feryat eder yılanlar bile öcünü alırken insanlar neden boyun eğer... İsyan eder Irazca... Kan ter içinde döker içindeki acıları çaresizlikleri... Ne fayda... Para yok, pul yok, ak yok, akçe yok... Ne fayda... İşte böyledir halkın hikayesi her yerde. İşte böyledir geçmişimiz bizim. İşte böyledir bugünümüz bizim. Ama böyle olmak zorunda değildir geleceğimiz. Çünkü elimizde türlü imkan var artık; döküp düşünecek zamanımız, ders alıp aldığımız derslere göre adım atacak olaylarımız, bilgiye ulaşacak kaynaklarımız var. Halk olarak BİZ varız. Yapmak zorundayız. Hakkımıza, hukukumuza sahip çıkmak zorundayız. Geçmişi öğrenip, bugünü değerlendirip, geleceği inşa etmeliyiz. Sorgulamalı ve yargılamalıyız. Eğer sorgulayıcı ve eleştirel bakmazsak bir sonraki roman kahramanı biz oluruz da farketmeyiz...
Yılanların Öcü
Yılanların ÖcüFakir Baykurt · Literatür Yayıncılık · 20215,4bin okunma
··
3.053 görüntüleme
Sultannn okurunun profil resmi
Umarım hakkın, hukukun para ile satın alınmadığı bir adalet bir gün bizim ülkemize de gelir. Umarım haklıdan yana olan o kaymakam gibileri ülkemizde çoğalır. Umarım bir gün cehalet son bulur. Fakir Baykurt yazınca anlatması da bir başka güzel oluyor. Emeğine sağlık.
Ecem okurunun profil resmi
Çok teşekkür ederim hocam. İnanın şu dünyada en çok çocukları sevdim ve en cok adalet kavramina kiymet verdim ama benim malesef umudum yok bu konuda. Keske dediginiz gibi olsa da bizler de ölmeden o güzel gunleri bir parça yaşasak.
2 sonraki yanıtı göster
Tayfun Turan okurunun profil resmi
“Sanatta devrimci tavır, hayatı değiştirme tavrıdır.” Taptatlı bir inceleme Ecem abla, kitabı tekrar okumuş gibi oldum okuduklarım tekrar gözümün önünden geçti okurken incelemeyi. :) Umarım diğer iki kitaba da inceleme gelir. 😃
Ecem okurunun profil resmi
Teşekkür ederim tatlım benim beğenmene sevindim😊 bu edebi tür en kıymet verdiğim türlerden birisi. Elimden geldiği kadar okuduğum tüm Baykurt kitaplarına karalamalar yapmak istiyorum. Bakak görek😄
Neşe okurunun profil resmi
Mühendis hanım mühendis hanım, biz sayısal işlere el uzatıyor muyuz? Ne bu anlatımlar, aktarımlar, yorumlamalar? Bence sen daha fazla kitap okuma. Ya da fizik, matematik neyim oku okuyacaksan.😁 Ecem, kitap enfes, inceleme yazarın da kitabın da hakkını teslim etmiş. Daha ne olsun? Alkışlar senin için.👏👏💕 Eline sağlık.
Ecem okurunun profil resmi
Ahahahha kahkaha attım canım yaa😄😄😄 valla beğenmene çok sevindim inan ki. Yorumlarını da seni de severim güzel Kadın🌻☀
Ferdi okurunun profil resmi
Yprumunuz kitaptan daha uzun olmuş. Baştan sona okudum ve sayenizde kitabı okumaya karar verdim. Teşekkürler...
Ecem okurunun profil resmi
Teşekkürler umarım kitabı da okuduğunuz zaman seversiniz
Can Karakuş okurunun profil resmi
Uzun ve konunun dışına çıkan incelemeleri okuyamıyorum. Ancak incelemenizin her bir satırını zevkle okudum. Ne uzun ne de konu dışına çıktığınızı bir an düşünmedim. Tebrik ederim, kaleminize sağlık.
Ecem okurunun profil resmi
Çok teşekkürler Can Bey. Begenmenize sevindim😊 sıkmadı ise ne mutlu bana
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.