Gönderi

Ben Türkçenin ezeli bir âşığıyım. Hepimiz öyle değil miyiz? Türkçeyi muhtelif devirlerinde, muhtelif libaslarla, muhtelif şekillerde gördüm ve sevgilimi o şekiller, o libaslar altında kendi cevherinde sevdim. Ben eski Bâbiâlî kâtiplerinden işittiğim süslü dili sevdiğim gibi, Aksaray'da karpuz sergisinde müşteri ayartmak için çığırtkanlık eden Türk delikanlısının türlü zarâfetlerle dolu olan Türkçesini de sevdim. Ben divan edebiyâtının gazelleriyle mest oldum. Fakat sevgili İzmir'imin ismini yâd ettikçe ciğerimi sızlatan sevgili İzmir'in İkiçeşmelik kızının incir işlediği esnada okuduğu Türkçe şarkıyı da mest oldum. Ben, o sevgiliyi, atlas şalvarıyle, başının üzerinde altın işlenmiş takkesi ile gördüm. Ben onu (perişan gönüllü şairin): O gül endam bir al şâle bürünsün yürüsün Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün beytinde olduğu gibi, bir şala sarılıp büründüğünü görerek de sevdim. Sonra üç peşli entârisiyle, canfes terlikleriyle salınırken yine gördüm, yine sevdim. Başında hotozu, belinde kuşağı, sedef kakılı serîri üzerinde uzanmış yâhut Sa'dâbâd'da, Göksu'da seyrâna çıkmış hâliyle gördüm, yine sevdim. Fakat tabiatta her şey tekâmülden, inkılâptan ibâret olduğu için, her devrin zevki de birbirinin aynı olmuyor. Ben son devrin, İpekiş'in kelebek kanadı kadar ince, zarif, dört metrelik kumaşı ile giyinmiş, başında küçücük beresiyle bir rüzgâr gibi kaldırumlar üzerinde seke seke giden ve rüzgâr mı onu götürüyor, o mu rüzgârı götürüyor diye insanı şüpheye düşüren hâliyle de Türkçeyi gördüm ve sevdim. Hâlid Ziya Uşaklıgil
Sayfa 228Kitabı okudu
··
8 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.