Gönderi

Danny Bunun benim için yeni bir durum olduğunu kabul etmeliydim. Daha önce hiç ölmemiştim. Daha önce hiç ölü bir kadınla konuşmamıştım. Daha önce hiç Tanrı'yla karşılaşmamıştım. En vahşi fantezilerimde bile Tanrı 'nın temsilcisi olacağım aklıma gelmemişti. Emily 'nin de odada olmasından memnundum. Artık Tanrı gittiğine göre -ayrıca bana nasıl da babamı hatırlatıyordu- bana bütün mevzuyu anlatabilirdi. Öte yandan o Tanrı'yı hiç fark etmemiş gibiydi. Donup kalmış gibiydi, hani şu zamanı durdurabilen ya da hızlı akmasını filan sağlayan çocukların filmlerindeki gibiydi. Bu metaforun edebi eleştirisini yapan bir kitap yayımlamıştım. Fotoğrafın, zamanı kontrol altına alma yolu olduğunu iddia ediyordu. Sanırım Samuel Beckett hakkındaydı. Okuduğum her şeyi hatırlamam beklenemezdi çünkü Bookamin'leri almayı uzun zaman önce bırakmış, pek çoğunu Boşaltma Fonksiyonu'nu kullanarak ha fızamdan silmiştim. Hem karnım doysun, hem pastam dursun diyecek halim yoktu, o yüzden de kitaplarımı hem yayımlayıp hem okuyacak değildim. Her zaman orijinal işleri istemiştim. Bana uyan buydu. Tanrı benden dünyaya geri gitmemi istemişti . Bu kesinlikle orijinaldi. Bir kadını kurtarmamı istiyordu. Bu daha bile orijinaldi. Bana göre kadınlar kurtarılmazdı. Kullanılırlardı. Cennetin olumsuz düşüncelerle başa çıkma yoluna alışmalıydım. Politik doğruluğun anlamını biliyordum. Hatta şirketimin misyonumuz-vizyonumuz panosunda bile asmıştım. Her zaman doğru olmak: politik, finansal ve felsefi açılardan. Tabii bu misyon-vizyon bir anlam ifade etmiyordu ama kulağa hoş geliyordu. Artık onu ne kendi ne de çalışanlarımın panolarına asmış olmam gerektiğini anlıyordum. O zamanlar patrondum. Artık patron gibi hissetmiyordum. Etrafta Tanrı varken olamazdım. Komikti ama zaten patronluğu özlemiyordum da. Bu da o olumsuz duygulardan biriydi herhalde. Bu sabah uyandığımda her şeyin dünküyle aynı olacağını düşündüğümü hatırladım. Önce araba kazasını sonra da cenazeyi gördüğümü hatırladım. Emily 'nin bir şekilde buradaki varlığını hatırladım. Ancak detayları hatırlayamıyor gibiydim. Bu da benim için yeni ve orijinaldi. Her zaman fotoğrafık hafızamla övünürdüm. Yani artık yayımladığım kitapların hiçbirini hatırlamıyordum, sadece şahsen denediğim ve boşaltmadığını ilk birkaç Bookamin dışında. Eskiden çok popüler olan o Google gibi bir tür kitap dizini icat etmeliydim. Yapması kolay olurdu. Basit bir programdı. Uykumda bile yapabilirdim. Ancak yapmadım. Ne kötüydü. Artık öldüğüme göre bir başkası yapmalıydı. Hayal edin. Kendi yapabileceğim bir şeyi bir başkasının yapmasını gerçekten istiyordum. Gururuma, hırsıma, kıskançlığıma ne olmuştu böyle? Ah, yine o olumsuz düşünceler. Başlıca günahlar. Ölümcül günahlar. O yüzden belki de cennet ölümcül günahların olmadığı yerdir. Ancak hepimiz ölüydük. İşte bu komikti. Gerçekten komikti. Sanırım cennetteki komiklikler konusunda bir şey yayımlamalıydım. Ancak artık ölüydüm. Artık yayıncılık yoktu. Yine de Emily Dickinson, bizzat, kanlı canlı ya da her neyse, ruhuyla, bilinciyle filan karşımdaydı. Yine de benden şiirlerini yayımlamamı istiyordu. Demek ki hala kitap yayımlayabiliyordum! Demek ki her şey değişmemişti. Emily gülümseyip, "Tanıştığımıza memnun oldum, Bay Danny Livingstone. Sizi görmek için uzun yoldan geldim. Cennette de dünyada da bana yardım edebilecek tek kişinin siz olduğunuzu biliyorum. Şiirlerimi tam olarak yazdığım şekliyle yayımlamanız gerekiyor," dedi. Sanırım bunu zaten söylemişti ama kendime, kibarlığın vücut bulmuş hali olduğumu hatırlattım -cennette kullanmak için garip bir tabir-, o yüzden de gülümseyip bütün cazibemle, "Şiirlerinize bayılıyorum, Bayan Dickinson. Onları asla tahrif etmem. Benim için kutsallar," dedim. Böyle söylememeliydim, fazla cennete aitti. Emily, "Bu benim dünyaya mektubumdur," dedi. Aniden İngilizce ders kitabımdaki haliyle şiiri hatırladım: Bu benim dünyaya mektubumdur, Bana hiç yazmamış olsa da, - Doğa'nın anlattığı basit haberleri, Ve hassas görkemiyle. Onun mesajı iletildi Göremediğim ellere; Onun aşkı için, sevimli kasabalılar, Hassasça beni yargıladı! Emily aniden, sesini biraz yükselterek, "Tam kastettiğim şey," dedi. Zihnimi nasıl okuduğunu merak ettim. Belki de cennette insanlar zihin okuyabiliyordu. Ben kesinlikle onun zihnini okuyamadım. Belki Tanrı bana nasıl yapacağımı öğretebilirdi. "Ben bunu yazmadım. Evimdeki arşivleri kontrol edebilirsin. Ne yazdığıma bakarsın." Daha da aniden evindeki arşivleri görebildim. İşte bu önemli bir şeydi. Görünüşe bakılırsa dünyadaki bazı şeylere erişebiliyordum. İşte orada, gözlerimin önünde, el yazısıyla şiiri duruyordu. Evet, gerçekten de basılı edisyonlarıyla alakası yoktu: Bu, Dünyaya Benim Mektubumdur Bana hiç yazmamış olsa da - Doğa'nın anlattığı Basit Haberler Ve hassas görkemiyle - Onun Mesajı iletildi Göremediğim Ellere Onun Aşkı için, Sevimli Kasabalılar - Hassasça -beni yargıladı Neredeyse her kelimeyi büyük harfle başlatmıştı. Artık müzesindeki müdürü nasıl aşağıladığımı hatırlıyordum. Büyük harfli kelimeler önemliydi. Küçük harfliler ise değildi. Okurun büyük harfli kelimeleri vurgulaması, küçük harflileri geçiştirmesi gerekiyordu. Benim. Mektubum. Dünyaya. Beni. Basit. Haberler. Görkem. Eğer yan yana farklı şekilde dizersek başka bir şiir ortaya çıkardı. Sonuç olarak dünyaya basit bir mektup değildi. "Anladın!" dedi Emily. Uzun eteğinin altında bacaklarının dans ettiğine yemin edebilirdim. Benim Güzel Meleğim'i hatırlayarak, yüksek sesle, "Ah George*, anladım! " dedim. Zaten Emily Dickinson eskiden de şimdi de benim için buydu. Bu da neydi? Artık cennette değildim. Aman Tanrım (ah pardon, Lordum), George diye bir herifle bir otel odasındaydım. Nasıl olmuştu bu? Hımın, belki de, "Ah, George" dediğim içindi. Yani bu kadar mıydı? Bir insandan yüksek sesle bahsedersem, o kişinin olduğu yere mi naklediliyordum? Ah, George, dedim ve işte burada, George isimli adamın yanındaydım. Duştan çıkıyordu. Karşı koyamayarak aşağı baktım. Penisi böbürlenilecek durumda değildi. Bu da neydi? Gerçekten de düşüncelerini duyabiliyordum. "Lanet olası, kahverengi bir seks makinesiydi, bu sürtük başka bir şey değildi." Ne pis ağızdı böyle ! Onu susturmak ya da böyle düşünmesini engellemek için suratına tokat attım. Ancak elim kafasının içinden geçti. Yürürken önünden çekildim. Fakat duvar çok yakınımdaydı, o yüzden de tam olarak çekilemedim. İçimden geçip gitti. Beni görmüyor ya da hissetmiyordu! Kafasına vurdum, kıçını tekmeledim, karın boşluğuna vurdum ancak benim vücudum onunkinin içinden geçip durdu. Kulağına, "George, her kimsen, kapat çeneni!" diye bağırdım. Beni duymadı ama ben onu duyabiliyordum. Düşünceleri fazlasıyla yüksek sesli ve netti. "Mary lanet olası Magdalene'di, bu lanet şeyleri nereden öğrenmişti?" İnsanlığın en zayıf bahanelerinden biri olmalıydı. Tabii ki bunları kimseye söylemiyor, sadece düşünüyordu ama ben onu duyabiliyordum. Eminim Tanrı da onu duyabiliyordu. Durdum. Hayattayken kadınlar hakkında benim de böyle düşündüğümü hatırladım ama böyle bir ağızla değildi. Kendi kendime konuşurken bile daha kibardım. Ben hayattayken kadınların, nasıl söylesem, erkekleri memnun etmek için yaratıldıklarını düşünürdüm. "Gel benimle yaşa, bütün zevkleri tadalım." Bu benim için eskiden kadınlarla bütün zevklerin tadılabileceğinin işaretiydi. Kadınların doldurabileceğim bir sürü boşluğu vardı; sadece pornolarda gösterilen üç deliği kastetmiyordum, ayn ı zamanda ceplerindeki, kalplerindeki, evet, kalplerindeki delikleri de dolduruyordum. Ayrıca St. Paul, Korintlilere mektubunda bizatihi, "Erkekler kad ınlar uğruna değil, kadınlar erkekler uğruna yaratılmıştır," yazmamış mıydı? St. Paul'la konuşmalıydım. Tanrı için onca yaptığından sonra buralarda bir yerlerde olmalıydı. Ayrıca ona şu attan düşmesine sebep olan kör edici şimşeği de soracaktım. Yani sadece kötü bir binici miydi, yoksa H ıristiyanların tarihlerini daha az sıkıcı göstermek için uydurdukları hikayelerden biri miydi? Böyle şeyler düşünebildiğime şaşırmıştım. Cennette olumsuz bir şey düşünemediğimizi sanıyordum. Dünyaya döndüğüm içindi herhalde. Bu George'un meselesi başkaydı. Onun kadar ileri gitmediğime memnundum. Bu dünyaya dönme meselesi yüzünden kafam çok karışmıştı. Ben sonsuzlukta, sonsuz şimdide mevcuttum, dünyadaki insanlar ise zamanda, geçmiş, şimdi ve gelecekte yaşıyorlardı. Ben de geleceğim olacağım sanıyordum ama artık daha iyi biliyordum. Ben gelecekte, geçmişte ya da şimdi deydim. 1Gerçekten de birinin bana cenneti açıklaması gerekiyordu. "Cennet ve dünyada, Danny, senin hayattayken hayal ettiğinden çok daha fazlası var." Bu da kimdi? Bu otel odasında sadece George vardı. Başkası da mı mevcuttu? Bir başkasının da mı zihnini okuyordum? "Ben Bill. Senin dostane komşu oyun yazarın. Tanrı beni ihtiyacın olursa diye gönderdi." Bill mi? Bill de kim? Kimsin sen? "Stratford-upon-Avon'lu William Shakespeare, hizmetinizdedir." Bookamin formatında bütün eserlerinin yorumlarını ve interaktif versiyonunu yayımladığım William Shakespeare'le konuştuğuma inanamıyordum. Ancak tabii ki öldüğüne göre o da cennette olmalıydı. Ancak şu an neden dünyadaydı? "Buraya sık sık, çoğunlukla da kendimle buluşmak için gelirim." Eh, iyi açıklamaydı. Omuz silkip zihnimde benimle konuşan William Shakespeare fikrine teslim oldum. Yani kendimi ölü, ömürlük idolüm Emily Dickinson'ın karşısında, babam gibi görünen Tanrı'nın bizzat karşısında bulduktan sonra neye şaşırabilirdim ki? "Yapacak bir işin var, Danny. Başlasan iyi olacak." Ancak neden bu sapıkla bir otel odasında olduğunu anlayamıyordum. Kimdi bu herif? Etrafıma bakındım. Masada bir kartvizit gördüm. George Brown. Bu ismi nereden biliyordum? Ah Tanrım, milyarlarca dolarlık petrol şirketi hissesi miras kalacak milyarderdi bu. Bu haberi ölmeden bir gün önce almıştım. Hisselerle ilgili bir mesele vardı. Avukatlar canlı yayında bu konuyu tartışmıştı. Ölen bir adamın son arzusu ve vasiyetiyle ilgili bir sorun vardı. Yasal olup olmadığı konusundaydı. Bu George Brown adlı adamın hisseleri almak için yasal bir gerekliliği yerine getiremeyeceği hakkındaydı. Neyse. Yakında Christine Brown olacak, ben de hisseleri alacağım," diye düşünüyordu. "Evet, Danny, hadi. Christine'i bul." Nasıl, diye sordum Bill'e. Onu bu gezegendeki milyarlarca insan arasında nasıl bulacaktım? "Sadece ismini yüksek sesle söyle. Geri kalanını Tanrı halleder." Sadece George ismini yüksek sesle söyleyerek bu otel odasına vardığımı hatırladım. "Christine," dedim yüksek sesle. Bir takside, bir kadının yanında oturuyordum. Taksi bir apartmanın önünde durdu. Kadın indi, ben de takip ettim. Girişteki görevli, "Merhaba, Bayan Christine," dedi. Onu dairesine kadar izledim. Bir bavul alıp içine bir sürü şey doldurdu. Taşınıyordu ! Neler oluyordu? Bu hikayenin parçalarını nasıl birleştirecektim? Ne yapmam gerekiyordu? İntihar edecek olan ama çaresiz bir hastalığın çaresini bulacağı için yapmaması gereken kadın bu muydu? Ama kim kendisini öldürmeden önce eşyalarını toplardı ki? Tanrı bana daha detaylı talimatlar vermeliydi. Belki de vermişti ama gözlerim Emily'ye kilitlendiği için dikkat etmemiştim. Christine ağlıyordu. "Üzgünüm, Annie. Bunu yapmak zorundayım. Hayalimin peşinden gitmeliyim. Hoşça kal, Annie." Annie. Bir başkası daha! Elimde George, Christine ve şimdi de Annie vardı. İç çekip yüksek sesle, "Annie," dedim.
172 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.