Romancıların kendi yurttaşları için çok faydalı vazifeler gördükleribu düşünüyorum; ama bunlardan biri de şudur: Bizi, ötekilerin bizi gördüğü gibi görebilecek hale getirmek.
“Bir duvar vardı. Önemli görünmüyordu. Kesilmiş taşlardan örülmüş, kabaca sıvanmıştı; erişkin biri üzerinden uzanıp bakabilir, bir çocuk bile üzerine tırmanabilirdi. Yolla kesiştiği yerde bir kapısı yoktu; orada yerin geometrisine indirgeniyordu: Bir çizgiye, bir sınır düşüncesine. Ama düşünce gerçekti. Önemliydi. Yedi kuşak boyunca dünyada o duvardan daha önemli bir şey olmamıştı. Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı...”
-Ursula K. LeGuin;
Bir ülkenin mükemmel bir biçimde nasıl idare edileceğinin bilindiği binlerce yıldan sonra, buna ulaşmaktan çok uzakta olmamızın, iyimserlikten çok bir kasvet meselesi olduğu söylenebilir.
Kendimizi haklı, diğerlerini haksız olarak; kendi davamızı doğru, onlarınkini yanlış olarak; kendi fikirlerimizi doğru, ötekilerinkini düpedüz kötü değilse de anlamsız olarak görme durumu...
Hepsi, hepsi şunu söylemeye hazır mı?
"Bu, İnanç Çağ'ının sonu; her birimiz, aslında son derece pohpohlayıcı ve rahatlatıcı bir düşünde olan, bizim, sadece benim, haklı olduğumuzu düşünmekten vazgeçeceğiz."