İnsanlıktan çıkışımı kutladım bir şişe şarapla. Sonra da ruhumun en alt çekmecesinden çıkan yeni duyguya boyun eğerek kitabı Atlas Okyanusu’na savurdum. Yazar Louis Ferdinand Céline’di. İsmiyse Gecenin Sonuna Yolculuk... Ve ben de oraya gidiyordum. Gecenin sonuna... Artık rotam belliydi!”
-insanlık denilen yaratıklar tarihi. Söylenmeyen her şeydir. Akıllarda uçuşan bütün kavramlardır. Dile getirilemeyen nefretten büyüğü yoktur. *Dile getirilemeyen aşk gibisi yoktur.
Ve o kadına âşık olacaktım. Sırf bu sihirli gün için bir sürü diyalog hazırlamıştım kafamda. Ama sonra anladım ki böylesine insanlar yoktu. Olsalar bile kitap okumuyorlardı.
Denizde tek bir kıvılcım yeterli olurdu. Çünkü okyanusun böyle bir özelliği vardır. İnsanı delirtir. Karayı unutturur. Ve tabiî ki karadaki değerleri de. Ahlak, iyilik, insaniyet gibi. Ve bir canavarlaşma başlar. Gemi içindeki sayı ne kadar çoksa canavarlaşma o kadar şiddetli olur. Kalabalık ölümdür. Gemide hangi türden insanın olduğunun da hiçbir önemi kalmaz. Eski bir faşistin dediği gibi, “Bir hamal ya da bir profesör. Çok şey fark eder!.. Kırk hamal ya da kırk profesör. Ne fark eder!”
ruhumdaki düğümler fazlasıyla sıkı. kimsenin onları çözecek kadar ince tırnakları yok. bense çoktan vazgeçtim tırnaklarımı uzatmaktan. kendimi bilmeyi bıraktım. ölümü bilmek ve anlayabilmek bile daha kolay. yanıtı olmayan bir soru olarak geldim dünyaya. ve sorusu olmayan bir yanıt gibi de gidiyorum.