“2003’te Rumsfeld biraz amatörce, bilinen ve bilinmeyen arasındaki ilişki hakkında felsefe yapmaya girişti: ‘Bilinen bilinenler vardır. Bunlar bildiğimizi bildiğimiz şeylerdir. Bilinen bilinmeyenler vardır. Yani, bazı şeyler vardır ki bilmediğimizi biliriz. Fakat bilinmeyen bilinmeyenler de vardır. Bunlar bazı şeyler ki bilmediğimizi bilmeyiz.’ Onun eklemeyi unuttuğu önemli bir dördüncü tanım var: 'bilinmeyen bilinenler’, bildiğimizi bilmediğimiz şeyler ki bu tam anlamıyla Freudcu bilinçdışıdır...”
İçinde her şeyin geçici olduğu bir zamana düştük. Yeni teknolojiler her gün değiştiriyor hayatımızı. Geçmişin gelenekleri geri gelmiyor. Aynı zamanda geleceğin ne getireceği konusunda en ufak fikrimiz yok. Sanki özgürmüş gibi yaşamaya zorlanıyoruz.
Lacan’ın uygarlığın hastalığı için yaptığı teşhis, bilginin ‘iktidarın etkilerine göre oransız bir büyüme’ elde ettiğidir. Sonbahar 2007’de, Çek Cumhuriyeti’nde halka açık bir tartışma yapılıyordu: insanların büyük kısmı (yaklaşık %70) topraklarına ABD ordusunun radarlarının yerleştirilmesine karşı olduğu halde, hükümet projeye devam etti. Hükümet yetkilileri bir referandum çağrısını reddettiler, böyle hassas bir milli güvenlik konusuna oylamayla karar verilemeyeceğini öne sürdüler- bu konu askeri uzmanlara bırakılmalıydı. Eğer bu mantığı sonuna dek izlersek, tuhaf bir sonuca varırız: öyleyse hakkında oy verebileceğimiz ne var? Ekonomik kararların da ekonomi uzmanlarına vb. bırakılması gerekmez mi?
Demokrasi formülü şudur: sabırla karşılıklı görüşme ve
uzlaşma. Burada kaybolan şey proleteryanın konumudur,
yani Dışlanmışın içinde cisimlenmiş evrenselliğin konumu.
Batı Marksizmi hem durmaksızın,
devrimci fail rolünü oynayabilecek, hem de isteksiz işçi
sınıfının dublörü olabilecek başka toplumsal failler
arayışında oldu: Üçüncü Dünya köylüleri, öğrenci ve
entelektüeller, dışlanmışlar...
Sanki özgürmüşüz ve özgürce karar veriyormuşuz gibi
davranıyoruz, sessizce (ifade özgürlüğümüzün biçimine
kaydedilmiş olan) görünmez bir emrin bize ne
yapacağımızı ve ne düşüneceğimizi söylemesini kabul
etmekle kalmıyor, hatta bunu talep ediyoruz.
Ve son olarak asıl soru: eğer Alain Badiou’nun öne
sürdüğü gibi Mayıs 68 (Çin Kültür Devrimi’yle birlikte) bir çağın sonu olduysa, Ekim Devrimi’nin başlattığı o
büyük devrimci-politik dizinin kesin tükenişini işaret
eden bir son olduysa, bugün nerede duruyoruz? Eğer
durumumuza 68 gözüyle bakarsak, çözümlemeye hege-
mon parlamenter-demokratik kapitalizme radikal bir
alternatif vaadi rehberlik etmeli: geri çekilip farklı
“direniş sahalarından” eylemde bulunmakla mı sınırlı
kalacağız, yoksa hâlâ daha radikal bir politik müdahale
hayal edebilir miyiz?