Yusuf Ziya Arun
Ziya ağabey, bu halden kurtulmak için, günde iki sefer İstanbul’u dolaşıyordu; parklarda, bahçelerde gezer, kimseye bakmaz, kimseyle ilgilenmezdi... Celcelutiye’yi ezberinden okuyarak gezerdi. Dışarıdan geldiği zaman paltosunu hemen çıkarır, “şu cemiyetin gubarını üzerimizden atalım deyip kitap okumaya başlardı. Hastalığını bildiği için bunları tedavi olarak düşünüyordu. Kendini tamamen Allah’a vermişti. Kendisi “ben mahfuzum, meczuplar mahfuzdur” diyordu. 1980 İhtilali olduğunda “bak hiç kimse çıkamıyor, ben her yere gidiyorum, kimse de karışmıyor” derdi. Masumdu, bu haliyle hiçbir zaman polise, adliyeye düşmedi. Meçhul bir askerdi…
Vefat ettikten sonra onu rüyamda gördüm, baktım üst tarafı çıplak. “Sana ne oldu, neredesin Ziya ağabey?” dedim. “Necati kardeş Üstad beni yanına aldı, kurtuldum, şimdi çok rahatım” dedi. “Tâhirî, Zübeyir ağabeyler nasıl?” dedim. “Onlar da çok iyi” dedi. “Bir borcumuz var mı” dedi. “Borcun yok ağabey” dedim. Elinde bir şeyler vardı “al bunları” dedi ve kayboldu.
Demek ki yaşanan zahiri hayatta insan ne kadar garip, mecnun, meczup, meçhul asker de olsa rıza-i ilahiye nailse, Üstad’ın tasarrufu burada görülüyor.