Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Sözlü Kültür'den Yazılı Kültür'e

Anlam'ın Tarihi

Dücane Cündioğlu

Anlam'ın Tarihi Gönderileri

Anlam'ın Tarihi kitaplarını, Anlam'ın Tarihi sözleri ve alıntılarını, Anlam'ın Tarihi yazarlarını, Anlam'ın Tarihi yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Evet, Söz olmasaydı, eylem de olmazdı. Eylem'in varettiği bir Söz hakkında değil, eylem'i vareden bir Söz hakkında konuşabiliriz ancak. Eylem'i varetmekle, ortaya çıkarmakla, ona vücut vermekle kalmayan, bilakis eylem'i anlamlı kılan, eylem'in sahiplerini, eyleme girişmeden önce, eylem sırasında ve sonrasında murakabe eden, hesaba çeken, bazen mesrûr, bazen mahzun kılan, kısaca eylem'e ve eylemci'ye ruh veren, hayat bahseden, eylemci'nin bu koca dünyaya başkaldırmasını mümkün kılan bir Söz hakkında konuşabiliriz sadece. Söz varoldukça sükûtumuz da bir eylem değeri taşır bilinçlerimizde... Söz varoldukça, anlam'dan, anlama'dan, anlamlandırmadan bahsedebilir, ancak bu vasatta anlam'ın tarihinin o ince kıvrımlarında yol alabiliriz. Söz olmasaydı, anlam da olmazdı. Çünkü anlam da tıpkı eylem gibi Söz'le kaimdir. Söz'ün anlamı, eylem'in anlamını belirler ve eylem, anlamını Söz'de bulur. Anlam'ın Tarihi'ne sonuç yazılamaması, bu tarih'e bir nokta koyulamaması, işte bu yüzdendir. Anlayan özneler varoldukça, anlama çabaları sürdükçe, anlam'ı da, anlam'ın tarihi'ni de tüketemeyiz. Fakat sa'y u gayretimizden de vazgeçmeyiz. Hep deneriz, bu tarihi anlamayı deneriz, bir daha deneriz, bir daha... Anlamadığımız, anlam veremediğimiz için değil, anladığımız, anlayabildiğimiz için bu çabalarımızdan vazgeçmeyiz. Çünkü bizi 'orada' bekleyen eylem değil, o eylemi anlamlı kılan irade'dir. Öyle ya, İrade olmasaydı, Söz de olmazdı!
Sayfa 214 - Sonuç.
Kur'an'ı herkesin anlayabileceği bir dile, Türkçeye çevirme teşebbüsleri, işbu çerçeve dolayımında mânâ ve ehemmiyetini kazanmış, tabiri câizse antik hurafelerden kaçmak ve kaçınmak isteyenler, bu sefer modern hurafelerin eline esir düşmüşlerdi. Anlam'a ulaşmak için, anlam'a ulaşabilmenin en karmaşık yollarında yürümeyi marifet sanmak, metnin dilini ve bağlamını göz ardı ederek, yeni bir dil ve yeni bağlamlar dolayımında anlam'a kavuşulabileceğini ümit etmek, daha da ilginç olanı, metin'le kendisi arasında ulema'nın durmasına tahammül edemezken, yetersiz çevirmenlerin yetersiz çevirilerine razı olup bu zaafı dile bile getirmemek... Türkçe Kur'an çevirileri tarihinin, anlam'ın tarihinin en trajik safhasını teşkil etmesi işte bu yüzdendir.
Sayfa 183 - İslâm'ın Luther'ini Beklerken.
Reklam
"Kur'an'ı Türkçe'ye çevirmeğe bizi zorlayan sebep din kitabımızı anlama hakkından ibaret değildir. Bu işi zorlayan sebeplerden biri de uluslaşmadır. Tarihin gösterdiği gerçek şudur: her yerde 'uluslaşma' dediğimiz olay din kitabının ana dile çevrilmesiyle başlıyor; 'ulusallık olayı ulusun din kitabını kendi diliyle düşünmesinden ayrılamıyor. Nitekim Rönesans devrimi uluslararası bir dinin ana dillere çevrilmesiyle karakterlenmektedir. İşte Avrupa uluslarının Rönesansında görüldüğü gibi eğer din kitabımız olan Kur'an'ı ana dilimize çevirecek olursak şu sonuçlar meydana gelecektir: 1. Anadilimiz Arapçanın geleneklerine aşılanıp yozlaşmaktan kurtulacaktır. 2. Türkler kendi dillerini Arapçadan aşağı görmekten kurtulacaklardır. (Baltacioğlu, 1952: 33-61, krş. 1957a 1-6; 1957b: 6-9)
Sayfa 179 - 180. İslâm'ın Luther'ini Beklerken.
Halk dillerinin stardartlaşmasına ve edebileşmesine yardım edem büyük âmilden biri Reform hareketi, ikincisi de matbaanın keşfidir (...) Matbaa yalnız kitap adedinin fazlalaşmasına değil, her memlekette edebi lisanın standartlaşmasına da yardım etmiş, İtalya, Fransa, Almanya gibi ülkelerde müşterek bir dilin mevcut olduğu okuyup yazması olan her ferdin doğduğu yerin ağzı ne olursa olsun bu müşterek dili anlayabileceği fikrini de yaymıştır. Tabiatıyla, bu müşterek dil için tek bir gramer, tek bir imlâ ve vokabüler sistemi kabul etmek ihtiyacı da duyuluyordu. (Auerbach, 1944: 134)
Sayfa 144 - Reform, Matbaa ve İncil.
... dili anlaşılmadıkça, metnin kendisi de anlaşıl(a)maz. Ne dediği anlaşıl(a)mayan bir metin üzerinde düşünüp akletmek imkânı bulunamayacağından metnin muhatablarından, metinde dile getirenlerle alâkalı olarak müspet ya da menfî bir tavır almaları da beklenemez. Nitekim bu basit bir mantık kaidesidir: "Tasavvurat, tasdikat'a mukaddemdir." Yani kavramlar önermelerden önce gelir. Tek tek kavramlarına sahip olmadığımız sürece olumlu ya da olumsuz hiçbir önermeyi ifade edemez veya ifade edilmişse bile böyle bir önermeyi anlayamayız. Çünkü bir kavramın başka bir kavrama bağlanması, bu bağlantıdan önce o bağlantıya konu olacak kavramların bilgisini gerektirir. Akıl yürütme (kıyas) biçimleri de tıpkı böyledir: Öncülleri kavranamayan herhangi bir akıl yürütme biçiminin sonuçları da kavranamaz; zira böyle bir durumda öncüller arasında ilişki kurulamaz. Öncüller arasında ilişki kurulamadığında ise pek tabiidir ki akıl yürütmede de bulunulamaz. En nihayet, her sonuç başka bir kıyasın öncülleri içerisinde yer alacağından, bu durumda devr u teselsül meydana gelir ve tabiatıyla akıl, işlevini yerine getiremez. Teselsül: zincirleme, silsile peyda etme.
Sayfa 42 - Fehm ve Fıkh.
Hâlin ve sözün kendisine delâlet etmesi müsteâr'ın şartlarındandır.
Sayfa 39 - Teşbih ve Nazar. (Not: lafzın mânâya delâleti...)
Reklam
Anlam, müşterek simgelere tezahür ettiğinden dolayı bir yönüyle bedihî iken, kendisini bir bütünlük (terkib) içerisinde ifşâ eden bir hususiyete sahip olduğu için bir yönüyle de elde edilip kazanılan (istidlâlî) bir şeydi. Bedihî: kuşkusuz, delilsiz, apaçık bilinen şey. İstidlâlî: delile dayanarak bilinen, hüküm verilen şey. Terkib: birleştirme, tamlama.
Sayfa 28 - Anlam ve Bütünlük.
Vahy-i İlâhî'nin Kur'anen Arabiyyen şeklinde nitelenmesi, hiç kuşkusuz onun sadece Arap Dili'yle ifade edilmesinin ötesinde bir anlam taşımaktadır; zira "dil (lisan) olgusu" -umumiyetle zannedildiği üzere- bir dizgeden ya da sözcük topluluğundan ibaret değildir. Bilakis dil başlı başına bir dünyadır; bir toplumun kâinata bakışının, onu kavrama biçiminin, bu kavrayış sonucunda oluşan âdetlerinin, tarihinin ve tahassüslerinin bir hâsılasıdır.
Sayfa 12 - Tebyin ve Teysîr. (Beyan etme ve kolaylaştırma.)
Sûretlerin değişmesiyle, bir şeyin sadece hükmü ve ismi değişir, unsuru değişmez. Meselâ yüzük, küpe ve bilezik gibi zînet eşyalarının sûretlerinin değişmesiyle, isimleri değişir ve fakat altın veya gümüş olan unsuru değişmez. Nitekim altından, gümüşten veya demirden yapılan yüzüğe, unsuru farklı da olsa yine "yüzük" adı verilir. Buna mukabil sadece altından yapılmış zînet eşyalarının sûretleri değişirse -unsuru aynı olsa bile- isimleri de değişir.
Sayfa 9 - Sûret ve Unsur. (İsfehâni.)
Bir kelâm ancak şu üç unsurla kaim olur: Mânâyı taşıyan lafız, lafızla kâim bir mânâ ve bu ikisini birbirine bağlayan bir nazım.
Sayfa 7 - Sûret ve Unsur. (Ebu Süleyman el-Hattâbî, Beyanu İ'caz'il-Kur'an.)
Reklam
Dil'in toplumsallığından, dolayısıyla tarihselliğinden söz edebilmek, evvelemirde onun varlığını bir coğrafyaya, o coğrafyada yaşayan bir topluma ve o toplumun kendisine mahsus tarihsel ve kültürel tecrübesine borçlu oluşuyla imkân dahiline girebilmektedir. Bu durum, dil'in sadece toplum tarafından inşâ edildiğini değil, aynı zamanda toplumsal bilincin de dil tarafından kurulduğunu gösterir; zira bir toplumun sahip olduğu dil, o toplumun sadece kendisi aracılığıyla konuştuğu dil değil, aynı zamanda kendisi aracılığıyla düşündüğü dil'dir. Bu nedenle dil'i basit bir ifade aracı olarak görmek veya insanoğlunun önce düşünüp sonra dilediğince sözcüklerin aracılığına başvurduğunu sanmak, -hiç çekinmeden söyleyebiliriz ki- her şeyden önce dilin mahiyetini ve yapısını anlamamak demektir. Çünkü düşünme ediminin kendisi, dil'den bağımsız bir surette gerçekleşmez; aksine düşünme, daha başlangıcı itibariyle dil vasatında gerçekleşir, dil'in kendisiyle kurulur, hatta belirlenir. Bu bakımdan daha düşünme safhasında iken dil'le ilişkiye gireriz, öyle ki henüz düşünürken dil tarafından tutuklanır ve ister istemez dil'in sınırları içerisinde düşünüp anlamaya başlarız. O hâlde bilmek gerekir ki bir toplumun gerçekliği kavrama biçimini, bilincinin derinliklerinde yer edinip kök salmış eğilimleri, refleksleri, arzu ve tutkuları, hâsılı bir yığını yığın olmaktan çıkarıp toplum haline getiren mukavvim unsurları, o toplumun dilinin sınırları dışında aramaya kalkışmak, hiç kuşkusuz beyhûde bir çaba olacaktır.
Sayfa 2 - 3. Dil ve Bağlam.
Hicrî I.asrın sonlarından itibaren sözlü kültürden yazılı kültüre geçilip sahabe ve tâbiin-i kirâmdan gelen bilgiler yazılı metinler içerisinde nakledilir hale geldiğinde, anlama sorunlarının mahiyeti çoktan değişmişti bile. İlk ve doğrudan muhatablar ile dolaylı muhatablar arasındaki fark, esasen bu mahiyet değişimiyle alâkalıdır. Çünkü metnin
Sayfa 85 - 86. Sözlü kültür - yazılı kültür. (Kur'an'ın Dolaylı Muhatabları)
Her millet kendi ikliminin lisanını söyler*
Fesahat ve belağatta farklı derecelerde bulunmakla birlikte, bu lisan onların lisanı, bu muhit onların muhiti ve bu beyan onların beyanı idi (Ebu Hayyan, 1983: I/13).
Sayfa 79 - Sözlü kültür - yazılı kültür.
Arapça Kur'anımızı Arapça bilmeyen Baltacıoğlumuz Türkçe'ye çevirdi ve Arapça bilmeyen M. Şekip Tunç, Hasan Ali Yücel ve Asım Us dostlarımız bu tercümeyi beğendiler. Arapça bilenlerse tercümede buldukları yanlışları bitiremiyorlar. Demek ki Baltacıoğlu dostumuzun tercümesini beğenmek için Arapça bilmemek lazım. Peyami Safa
Bazılarını da duyuyoruz ki "Kur'an Tercümesi" demekle iktifa etmiyor da "Türkçe Kur'an" demeye kadar gidiyor. Türkçe Kur'an mı var behey şaşkın! Elmalılı Hamdi Yazır
206 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.