Bazen yazma eylemi terk edilir, çünkü insan asla üstesinden gelemeyeceği bir delilik haline kapılır. Bu konuda en paradigmatik örnek, Robert Walser’de gönülsüz bir taklitçisini bulan Hölderlin’dir. Hölderlin, yaşamının son otuz sekiz yılını, Scardanelli, Killalusimeno veya Buonarotti adlarıyla imzaladığı tuhaf ve anlaşılmaz dizeler yazarak ve Tübingen’de, marangoz Zimmer’in çatı arasına kapanmış bir biçimde geçirdi. Robert Walser ise, yaşamının son yirmi sekiz yılında, önceleri Waldau'nun, daha sonra Herisau’nun tımarhanelerindeydi. Oralarda kendini, küçücük kâğıt parçalama mikroskopik harflerle okunması mümkün olmayan ve anlaşılmaz karalamalar yazmak gibi çılgınca bir etkinliğe adamıştı.
Bence, Walser gibi Hölderlin’in de bir bakıma yazmayı sürdürdüğü söylenebilir: “Yazmak -derdi Marguerite Duras- aynı zamanda konuşmamaktır. Susmaktır. Sessizce ulumaktır.”
Çok gençken yazar olmak istediği anımsatıldığında, “Kendimi bir mobilya gibi hissediyorum ve bildiğim kadarıyla mobilyalar yazmaz” diyerek özür dilerdi Cadou.