Turp gibi sağlam, cıvıl cıvıl insanların yanından ayrılıp gittiğini görüyorsunuz. Aradan iki saat geçiyor, perperişan dönüyorlar. Ayakta duracak halleri yok. Et yığını olmuşlar. Ayrılırken gür bir sesle sorguya gittiklerini söylüyorlar. Bir saat sonra, iniltili, acı dolu bir sesle döndüklerini haber veriyorlar. Bir şey daha var ki, en kötüsü bu. Bazıları giderken içten, ışıl ışıl bakıyor senin gözlerine. Ama geri geldiklerinde kafalarını çevirip bakamıyorlar.
Güneş gören insan pek az. Ama gün gelecek ışık yağmuruna tutacak herkesleri o. İnsanlar ışık içinde yüzecek. Bunu bilmek ne güzel! Ama sen bit kadar önemsiz incir çekirdeği doldurmayan bir şeyi daha öğrenmek isteyeceksin: Güneş bizim içinde doğacak mı acaba?
Kime haksızlık ettiysem gücünü üzdüysem bağışlasın beni. Kimi avutup yüreğine su serptiysem unutsun beni. Üzüntü, tasa denilen şey benim adımın ardından gelmesin.
Can çekişme çok zor bir şey, dayanılır gibi değil. Ama ölmek sudan kolay. Ölmek, buğu gibi belirsiz, tüy gibi hafif. Son bir soluk, bitti gitti her şey.
Saat beş, altı, yedi, on, on iki... Sabahleyin işbaşı yapan işçiler işi bıraktılar bile. Çocuklar okullarına gidip döndüler. Dükkânlarda alışveriş yapılıyor şimdi. Evlerde yemek pişiriliyor. Şu an beni düşünüp duruyor belki de anacığım...