Bildiğiniz gibi 2003 yılından bu yana Türkiye, hızlı bir şekilde öğretim programlarını
değiştiriyor. Sistemin diğer ayaklarına dokunulmadan ve hiçbir zihinsel hazırlık
yapılmadan girişilen değişiklik, süreç başladıktan sonra “moda” ve “popüler” kavramlarla
iletişim olanakları seferber edilerek halka sunulmuş ve oldukça da etkili
olunmuştur.
Öğrenci Merkezli Eğitim ve Yapılandırmacılık (Konstrüktivist) bu sürede en sık
karşılaştığımız kavramlar oldu. “Çoklu Zeka” da bu dönemin popülerleştirdiği sık
kullanılan kavramlarından biriydi. Bu tarihe kadar eğitim sistemimizin felsefesine
egemen olan yine Batı kökenli Davranışçı eğitim yaklaşımının günceli karşılamada
yetersiz kalması, değişim beklentisindeki eğitimcilerin bu “yeni” kavramlara fazlasıyla
anlam yüklemelerine neden oldu. Algı şuydu: Öğrenci, bastırılmış duygularını
ortaya çıkarabilecek, yeteneklerini gösterecek, başkalarına gereksinim duymadan
bilgi oluşturabilecekti.
Bir kuşak öğrenci üzerinde uygulaması tamamlanan yeni sistemin sonuçlarını yansıtacak
bağımsız bir rapor henüz hazırlanmış değil. Ancak okullardan yansıyan bilgiler,
“yeni” programların uygulanamasında ciddi sıkıntılar yaşandığını gösteriyor.
Bu sayımızda, yeni eğitim yaklaşımının iki temel kavramını tartışmaya açıyoruz. İlk
olarak müfredat geliştirme alanında uzman ve aynı zamanda Botswana Üniversitesi
Eğitim Fakültesi dekanı olan Profesör Richard Tabulawa’nın Öğrenci Merkezli Eğitim
üzerine öğretici bir raporunu okuyacaksınız. Tabulawa yazısında, uluslararası
yardım kuruluşlarının finansmanı ile “çevre” ülkelere dayatılan Öğrenen Merkezli
Eğitim yaklaşımının pedagojik kaygı taşımadığını, neoliberalizmin ideoloji ihracı
olduğunu öne sürüyor. (Özelikle bu yazıyı okurken sadece “müfradat geliştirme”
kapsamında Türkiye’nin 100 milyon Auro hibe kredi(!) kullandığını akılda tutmak
gerek.)
Zafer Çelik, Bekir Gür ve Murat Özoğlu, “Geleneksiz eğitim” başlıklı ortak yazılarında
“Geleneksel” ve “İlerlemeci” eğitim yaklaşımlarını tartışırken “İlerlemeci”
olarak adlandırdıkları bu yeni anlayışın geleneksel eğitim uygulamalarını reddederek
öğrenme/öğretme etkinliklerinde kısırlaşmaya yol açtığını gösteriyorlar.
Kemal İnal ise “Geleneksellik, Yapılandırmacılık ve Öğrenci Merkezli Eğitim” başlıklı
yazısında daha çok Türkiye pratiğinden hareketle yeni müfredatların yansımalarını
irdelerken geçmiş deneyimlerin inkar edilmesine eleştiri getiriyor.
Kabul etmek gerekir ki Türkiye eğitimcileri, Öğrenci Merkezli Eğitim (Richard Tabulawa
daha kapsayıcı olması bakımından Öğrenen Merkezli Eğitim olarak adlandırıyor.)
yaklaşımını fazlasıyla kutsamışlardır. Eleştirel bir bakış açısıyla ele alındığında
bunun bilgisizliğin abartısı olduğu görülmektedir. Dergimiz bu sayısında bu
bilgi eksikliğini gidermektedir.