Felsefe Tarihi sözleri ve alıntılarını, Felsefe Tarihi kitap alıntılarını, Felsefe Tarihi en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Burada Kant’ın gönlünde iki ilke çarpışmaktadır: Teorik yönü ile Kant, «doğanın sıkı bir nedensel bağlantısı olmalıdır, yoksa sağlam bir doğa bilimi olamaz» derken, ahlâkçı yönü ile de «insan özgür olarak yaratılmıştır, doğaya bağlı olan bir yanı olsa bile yine özgürdür; çünkü insanın karşısına bir gereklilik çıkıyor, ona birtakım ahlâkî istekler yöneliyor; o bunları yerine getirecek durumda olmalıdır; bunun için de özgür olmalıdır, insana (şunu yapmalısın, bunu yapmalısın) derken elinin kolunun bağlı olmaması gerekir» demektedir. Görülüyor ki, doğa üstüne yükseliş, Kant’ta özgürlük ile oluyor. Burası Kant felsefesinin ekseni gibidir; salt «akılla kavranan»a, numen’e açılan yol buradan başlamaktadır. Nitekim insanın özgürlüğe dayanan ahlâkî yönü artık fenomenler dünyası içinde değildi. Özgürlük ile artık «akılla kavranan» bir dünyaya, dolayısıyla duyulur-üstü olana, yani metafiziğin dünyasına girilmiştir.
Locke 18. yüzyıl Aydınlanmasının gerçek kurucusu sayılır. Onun ömrü boyunca savunduğu ilkeler, klasik Aydınlanmaya özgü olan düşüncelerdir: Birey özgür olmalıdır; akıl hayatın kılavuzu yapılmalıdır; kültürün her alanında —bilimde, dinde, devlet ve eğitimde— gelenek ve otoritenin her türlüsünden kurtulmalıdır. Nitekim onun devlet felsefesi siyasî liberalizmi hazırlamıştır; Hıristiyanlığın akla uygun olduğunu göstermeye çalışan yapıtı «doğal dine» yol açmıştır; eğitim üzerindeki düşünceleri rasyonel doğal olan bir eğitim çığrını açmıştır. Bütün bunlar da —siyasî liberalizm, doğal din, rasyonel eğitim —gelenek şemalarından kurtaran adımlardır. Tipik bir aydınlanmacı olan Locke’un yapıtları da düşünceleri gibi çok açık, çok anlaşılırdırlar; bunlar, bilimsel olmaktan çok yetiştirici-eğitici bir nitelik taşırlar (bu, bütün aydınlanmacıların bir özelliği); okuyanı bilime dayanan bir hayat görüşü üzerinde aydınlatmak isterler, bu bakımdan onda belli birtakım kanıları yerleştirmek isterler; her türlü construction’dan kaçman çözümleyici-betimleyici bir yöntemle okuyucunun kuruntularını, önyargılarını sarsıp onu olguları sade ve objektif bir şekilde görmeye alıştırmayı göz önünde bulundururlar.
Ortaçağ, yer’i etrafında evrenin dolandığı merkez yapmakla, yer’in üzerinde barınan insanı da her şeyin merkezi yapıyordu; evrenin varoluşunun nedeni insandı, evrendeki her şey insan içindi. Kopernikus’un öğretisi ile şimdi yeryüzü sonsuz evren içinde bir toz tanesi gibi küçücük bir şey, sayısız yıldızlardan bir yıldız oluvermişti; insanın yurdu da artık bu küçücük toz tanesi idi. işte ondan böyle bir sonucun çıkacağını anladığı için, Kilise bu öğreti ile kıyasıya savaşmıştır.
Reform’un getirdiği yeni din anlayışına geçmeden önce, bu akımın tarihi üzerine birkaç söz: Hıristiyanlık dünyasında Katoliklik ile Ortodoksluk yanında üçüncü büyük ayrılık olan Protestanlığı yaratacak süreci Alman rahibi Martin Luther (1483-1576) başlatmıştır. Reformation’un başlamasının dış nedeni, Luther’in 1517 yılında Wittenberg Kilisesinin kapısına astığı ünlü 95 tezidir. Bu tezlerinde Luther, Katolik Kilisesinin bir sapıtmasını, para karşılığında günah bağışlama belgeleri satmasını şiddetle yeriyordu. Böyle bir yergi ile başlayan bu din akımı, sonra hemen bütün Avrupa’yı bir yıkıntıya çeviren, Otuz Yıl Savaşlarını doğuracaktır. Luther’in attığı bu adım, zaten ağzına kadar dolu olan bir bardağı taşırtan son damla olmuştur.
Hıristiyanlık, kendisine bağlananların yalnız kendi Tanrısına tapmalarını istiyordu, işte bu tekelciliği, onu Roma devletiyle çatışmaya sürüklemiştir. Çünkü devlet kendi dinine —imparator kültüne— bağlı olmayı yurttaşın bir ödevi sayıyordu, dolayısıyla, resmî dinden uzaklaşmak siyasî bir suç sayılıyordu. Çoktanrıcı dinlerde birkaç dine birden bağlanmak olabiliyordu. Yalnız kendi Tanrısının sayılmasını isteyen Hıristıyanlık, iste bu yüzden devlete karşı gelme diye anlaşılıp uzun zaman (2.5 yüzyıl) baskı altında kalmış, ağır işkence ve kovuşturmalara uğramıştır. Bu kovuşturmalar, ancak, büyük Konstantin’in 313 yılında Hıristiyanlığı öteki dinler yanında resmen bir din olarak tanımasıyla sona erecektir.
Sofistlerin relativizmleri ile yıkıcı bir rol oynadıkları hep söylenir. İşte onlar bu son anlatılan düşünceleriyle, bir dağılmaya yol açmışlar, daha doğrusu, kutsal gelenek döneminin kapanmasıyla ortaya çıkan bir değer anarşisini büsbütün körüklemişlerdir: Bir yandan tek kişinin yargılarında bağımsız olmasını şüpheli bir hale getirmişler, öbür yandan da, tümel olarak geçen hiç bir ölçüyü ayakta bırakmamakla, otorite ve geleneği (yasaları, hukuku, sosyal normaları, ahlâk kurallarını) adamakıllı sarsmışlardır.
Yer önce denizle kaplı idi, yeryüzünde ilk meydana gelen canlılar da, suda yaşayan, balık gibi yaratıklardı. (Anaximandros deniz hayvanlarının fosillerini herhalde görmüş olacak), insan da sonra, balığa benzeyen bu ilk canlılardan türemiştir; çünkü yardıma muhtaç bir çocukluk çağı geçirmek zorunda olan insanın, yeryüzünün bu ilk devirlerinde yaşamış olmasına olanak yoktur. Anaximandros’un bu açıklamalarından açıkça şunu görüyoruz: Doğada karşılaştığımız çeşitli ve karmaşık olayları, burada tek, yalın bir temele bağlamak denemesi yapılmaktadır. Anaximandros’u tam bir düşünür yapan da budur; bu yalınlaştırıcı açıklama denemesi, onun gerçekteki çokluğu düşüncede bir birliğe bağlamak istemesidir.
"Uçan ok durmaktadır" çünkü bu ok her anda belli bir noktada bulunacaktır; belli bir noktada bulunmak demek de durmak demektir; ama hareketinin her bir anında duruyorsa, ok, yolunun bütününde de durmaktadır.