Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Tasavvuf Açısından Manevi Değerlerimiz

İçimizdeki Dünya

Dilaver Selvi

İçimizdeki Dünya Sözleri ve Alıntıları

İçimizdeki Dünya sözleri ve alıntılarını, İçimizdeki Dünya kitap alıntılarını, İçimizdeki Dünya en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Nura Duyulan İhtiyaç
Nur, kalp için hava ve su yerindedir. Hava ve susuz hayat olamayacağı gibi, nursuz kalp de ölür.
Sayfa 36 - Hoşgörü Yayınları
Velayet nuru
“Eğer Cenab-ı Hak, velilerinin kalbinde parlayan nurunu açığa çıkarsaydı, güneşin ve ayın velilerin kalplerinde parlayan nurun içinde kaybolup giderdi. Güneş ve ayın ışığı tutulur, Allah’ın velilerinin kalplerindeki nurların ise tutulması, perdelenmesi ve kararması yoktur.”
Sayfa 34 - Hoşgörü Yayınları
Reklam
Müfessirlerden biri, maddî ve manevî nurları şöyle tanıtmıştır: “Üç nur vardır ki, gökte parlar. Diğer üç nur ise sırtımda (kalbimde) ışık verir. Gökteki nurlar ay, yıldız ve güneştir. İçimdeki nurlara gelince... Öğrendiğim ilimler, kalbimin yıldızıdır; akıl, onun ayıdır; Rahman’ı tanımak (mârifet) ise parlak bir güneştir.Allah’ın kitabı Kur’ân, rehberim; Allah’ın evi (Kâbe), kıblemdir; dinim, dinlerin en üstünü İslâm’dır. Şefaatçim, Resülullah’tır (s.a.v); Rabb’im Allah ise çok affedicidir; ondan başka ilah yoktur. Allah büyüktür.”2
İbn Ataullah İskenderi, Hikem adlı eserinde der ki: “Bütün kâinat karanlıktır; onu yüce Allah’ın zuhuru ve tecellisi aydınlatmıştır. Kim bu kâinata bakar da onun içinde, yanında, öncesinde veya sonrasında Cenâb-ı Hakk’ı müşahede edemezse, o kimse, nurları kaybetmiş, maddeye takılıp mârifet güneşlerinden perdelenmiştir.”23 Yine İbn Acibe der ki: “Gönül gözü açık müşahede sahipleri için bütün kâinat nurdur. Nurun sahibine iman edenlerin her tarafı nurla sarılıdır. Kalpleri perdeli gafiller içinse bütün kâinat karanlıktır. Dıştaki aydınlık onlar için bir şey ifade etmez. Onların niyetleri inkâr, işleri isyan olduğu için, her tarafları manen zulmetle, karanlıklarla çevrilidir.”24 Ayette belirtildiği gibi, kâmil mü’minler nurlar içinde yaşarken, (bk. Nûr 24/35) kâfirler önlerini, yani önlerindeki hak yolu ve binlerce hakikati göremeyecek şekilde koyu karanlıklar içinde hayat sürmektedir. (bk. Nûr 24/40.)
İlahî âyetleri okuyup anlama ve içindeki nuru alma konusunda insanlar üç gruptur. Alimlerimiz bunları şöyle açıklar: l. Kalbi ölü grup: Bunlar için, bütün Kur’ân ve kâinat âyetleri hiçbir şey ifade etmez. Onlar, insanî kalplerini hiç kullanmazlar, bu durumda sanki kalpleri yok gibidir. Onlar için varlığın tek sebebi mide, şehvet ve maddî
Nakşi büyüklerinden Hace Ubeydullah Ahrar, işin başka bir boyutuna dikkat çekerek der ki: “Bir gün Kasım-ı Tebrizî bana şöyle dedi: “Bilir misin, bu zamanda niçin mârifet ve hakikat halleri ortaya çıkmıyor? Çünkü bunlar kalp temizliğine, kalp temizliği de helal lokmaya bağlıdır. Bu zamanda helal lokma çok azdır. Onun için kendinde ilahî sırlar ortaya çıkan temiz gönül de kalmamıştır?"3
Reklam
Büyük veli Muhyiddin bin Arabî (ks) der ki: “Kalp, dört hal içinde döner durur: cehalet, şek, zan, ilim. Cehalet içindeki kalp, sürekli karanlık içindedir. Ondan, hak adına hayırlı bir iş çıkmaz. Şek içindeki kalp, amel eder; fakat yakîn ve samimiyetle değil.Zan içindeki kalp, iki tercih arasında kalır. Bir iyi, bir kötü tarafa döner durur. Ağır basan taraf, kalbe hâkim olur. Kesin ilme ve yakîne sahip olan kalp ise sadakatle amel eder, Hakk’a tâbi olur, doğru yolda gider, hata etmez.”144
Başa Gelenlere Gönül Gözüyle Bakabilmek İnsanın başına şu dört durumdan biri gelir: nimet, mihnet, musibet, masiyet. Nimete ulaşınca şükretmelidir. Mihnete ve sıkıntıya düşünce sabretmelidir. Musibete uğrayınca elden gelen tedbiri aldıktan sonra ilâhi takdire rıza göstermelidir. Masiyeti yani günahı istiğfar ve tövbe ile temizlemelidir. Bunları yapan kul, her halde Allah’a yaklaşmış ve başına gelen her şeyden hayırlı bir sonuç almış olur. Aksi durumda, acı-tatlı her şey zarar sebebi olur. Aslında kula sıhhat gibi, hastalık da kalbini Allah’a bağlamak için verilmiştir. Zenginlik gibi fakirlik de Cennet’e götürme sebebi yapılmıştır. Galibiyet gibi mağlubiyet de kula mârifet ve edep kazandırsın diye takdir edilmiştir. Bütün bunların bir hesabı ve hedefi vardır. Olaylara gönlün bakışı önemlidir. Yani işleri tatlandıran veya acılaştıran gönüldür. Allah ile hoş olmuş güzel gönüller her şeyde bir güzellik arar; ağzına acı konsa, onu bal niyetiyle yutar. Günah ile kararmış ve tadını kaçırmış gönüller ise Cennet’e girse kusur arar. Ta ki tövbe edip Allah diyene kadar!
İmam Gazâlî, kalbin 'kapanıp nuru ve ilahî hakikatleri görememe sebepleri hakkında geniş açıklamalar yapmıştır. Bunların özeti şudur: “İlmin yeri kalptir. Kalp deyince bütün azaları idare eden manevî latifeyi kastediyorum. Bu kalp bir ayna gibidir. İlimler orada yansır. Fakat her ayna suret göstermez. Bunun temelde beş sebebi vardlr. Bunlar şunlardır: 1. Ayna henüz hazır ve tamam değildir, ayna yapılacak madde külçe halindedir, işlenmemiştir. Parlatılıp ayna şekli verilmemiştir. Bunun için ayna görevi yapamaz. 2. Ayna tamamdır, göstermeye hazırdır; fakat kirletilmiş ve yüzü iyice karartılmıştır. Bu durumda yine bir şey göstermez. 3. Aynanın maddesi tamam, göstermeye hazırdır; fakat gösterilecek yere ve şeye çevrilmezse yine maksat hâsıl olmaz. Mesela, gösterilecek şey, aynanın ön yüzünde olması gerekirken arka tarafına konursa bir şey gözükmez. 4. Ayna tamam ve gözükecek suret aynaya dönük olsa; fakat aralarında bir perde olsa, ayna yine bir şey göstermez. 5. Aynada yansıyacak şeyi bilmemek ve aynayı o şeye çevirmemek de neticeyi olumsuz yapar, istenen şey aynada gözükmez“ İmam Gazâli, bir başka yerde, şu durumu hatırlatır: “Rahman ve kerim olan Allah’ın nurları bütün âleme yayılmıştır; kimseden kıskanılmamıştır. Bu nurları kalplerden perdeleyen yüce Allah değil, kulların kendileridir. Kullar kalplerini bir sürü boş meşgüliyet ve günah kirleriyle doldurmuştur. Hadiste belirtildiği gibi kalpler birer kap gibidir. Bir kap su ile tamamen dolu olunca oraya hava girmez; aynı şekilde kalpler de Allah’tan gayri şeylerle dolu olunca, oraya yüce Allah’ın mârifet ve muhabbeti girmez.”'7'
Yüce Allah’ı tanımaya mârifet dedik. Mârifet, muhabbeti; muhabbet, teslimiyeti; teslimiyet, sevdiğine karşı edep ve itaati gerektirir. Bu itaat; özde, sözde, görünür görünmez bütün hallerde gerçekleşince insan vefa ve sefa sahibi olur. Bu hal, hayatın gayesidir. Dinimiz, Rabb’imize karşı edepten ibarettir. Edep, yüce Allah’ın razı olduğu halde olmak ve onun isteklerine uymaktır. Mârifet, mü’minin ana sermeyesi, edep ise süsü, şiârı ve şerefıdir. Bunların dışındaki her şey boştur, vebaldir, zarardır. Bütün âşıklar ve akıllı insanlar, onları elde etmeye can atmışlar, bu uğurda canlarını vermişlerdir. Bu âşıklardan biri de Hz. Ali’dir (na). O, demiştir ki: “Küçük çocukken ölüp Cennet’in en yüksek yerlerine ulaşmak beni fazla sevindirmez. Beni sevindiren, onu tanıyarak ölmemdir. Bunun için yüce Allah’tan beni uzunca yaşatıp kendisini tanıtmasını isterim.”
Reklam
Allah, Ademi kendi suretinde yarattı.(Buhari,İsti'zan 1) .. İmam Kastallani, Buhârî Şerhi ’nde bu hadisi açıklarken demiştir ki: “Hadiste insana bir şeref ve yücelik kazandırmak için böyle buyrulmuştur. Yoksa hadis, Allah Adem’i zâtıyla kendine benzer bir şekilde yarattı manasında değildir. Hadisin diğer bir manası, yüce Allah Adem’i kemal ve cemalde diğer hiçbir varlığın kendisine ortak olmayacağı bir sıfatta yarattı, demektir. İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın özel tecellilerine mazhar olduğu için varlık âleminin özü, hülasası ve meyvesi olmuştur. Yüce Allah, insanı tanıtırken “Biz insanoğlunu çok şerefli yarattık; onu yarattıklarımızın birçoğundan üstün yaptık.” (İsra 17/70) buyurmuştur. Diğer bir âyette ise yerde ve gökte ne kadar varlık varsa, hepsini insanoğlunun hizmetine verildiği belirtilmekte (Câsiye 45/13) ve zâhirî ve bâtınî bütün nimetlerin insanın üzerine akıtıldığı ve önüne serildiği ifade edilmektedir. (Lokman 31/20)
Kâinatta yaratılmış bütün varlıklar, yokluk karanlığını yaşamıştır. Eğer onların üzerine nur atılmasaydı, yani canlı-cansız her bir varlıkta ilahî zuhur ve tecelli olmasaydı hiçbiri vücut bulamaz, varlık âlemine gelemez, yokluk karanlığı içinde kalırdı. Yüce Allah, bütün varlıklara sıfatına göre değişik şekillerde tecelli etmiştir, etmektedir. Her bir varlıkta hayat nuru vardır. Hayat, ilk yaratılış demektir. Yerde, gökte ne kadar varlık varsa hepsi yüce Allah’ın sonsuz ilim, irade, kudret ve nurunun tecellisi ile var olmuş ve hayat bulmuştur. Büyük müfessir Fahreddin-i Râzî’nin belirttiği gibi, yüce Allah’ın dışındaki bütün varlıklar, zatları itibariyle karanlıktır; hepsi nurunu Allah’tan almaktadır. Varlık âlemine gelen bütün varlıkların elde ettikleri ilim ve mârifetler de yüce Allah tarafından verilmiştir.18 Allame Alüsî, varlıkların nurla irtibatı hakkında der ki: “Bütün varlıklar yüce Allah’ın nurunun tecellisinden bir pay taşır. Hatta kesif (cansız) varlıklar bile, vücut bulmaları yönüyle bu tecellinin eseri olup onun nurundan boş değildir.19
Ancak, tarihte ve günümüzde pek çok insan, işlediği kusur ve günahlar için birtakım özürler ileri sürerek derler ki: “Biz Allah’ın iradesi dışına çıkamayız. Yaptıklarımızı Allah dilemeseydi biz yapamazdık. Her şey bir kadere bağlıdır. Biz, kaderin çizdiği yolda gidiyoruz.” Bu sözler, doğrudu; fakat onlar kulun işlediği günahlarına karşılık kendini haklı, mazur veya mecbur göstermek için ileri sürebileceği bir özür değildir. İnsan bu şekilde yalnızca kendisini avutmuş ve kandırmış olur. Bu tür düşünce ve sözler, şeytanın süslemesi, vesvesesi ve oyunudur. Mükellef insan, kendisini nura, hayra, taate, ibadete, Cennet’e ve Allah rızasına çağıran davetçiye uymuyor; fakat şeytana' kulak verip şerre koşuyor. Sonra da “Kader böyle, ben ne yapabilirim ki?” diyerek kendini geri çekip kaderi öne sürüyor. Bu halde bile yüce Rabb’i insanı bırakmıyor. Ona acıyor, yoluna ve nuruna davet ediyor, tövbesini bekliyor, affını müjdeliyor, Cennet’ini vaat ediyor. Ama isyankâr insan, davet edildiği rahmet kapısını kendi üzerine kapatıyor, ona sırtını dönüyor. Ardından, “Ben o kapıdan kovuldum, mahrum oldum, ne yapabilirim ki, elimden ne gelir?” diyor. Bu, insanın kendine zulmetmesi, âdeta canına kıymasıdır. İsyana dalıp: “Ben ne yapayım, kaderim bu!” demeyi ne iman, ne ilim, ne akıl ne de tecrübe kabul eder. İman, Allah’a teslimiyeti, sevgiyi, saygı ve itimadı istiyor.
Allame Beydâvî, “Kâfirlere gelince, onların dostları tağutlardır (haktan saptıran insan ve cin şeytanlardır). Bu tağutlar onları, nurdan zulmetlere çıkarırlar.” (Bakara 2/257) âyetinin tefsirinde, âyette bahsedilen nurun, yaratılış fıtratıyla kendilerine ihsan edilen nur olduğunu, tağutlarır'ı onları bu nurdan çıkarıp inkâr karanlığına, bu nurla verilen iman istidadını bozmaya ve şehvetlerine dalmaya sevk ettiklerini belirtmiştir?0 Üstad Bediuzzaman, imanla kazanılan şerefi ve inkârla düşülen felaketi açıklarken mana olarak şöyle der: “İnsan, iman nuru ile âlây-ı illiyyine (en yüksek dereceye ve ilahî yakınlığa) çıkar, Cennet’e layık bir kıymet kazanır. İnsan, küfrün zulmeti ile esfel-i sâfiline (hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye) düşer; Cehennem’e ehil olacak bir vaziyet alır. İman, insanı yüce yaratıcısına bağlar; ona ait yapar. İman bir intisaptır, Hak ile olmaktır. Hak ile olan kimse, bütün şerefi ondan alır; varlıklar içinde en şerefli olur. İnkâr ise bu nisbeti ve bağı keser. Kalp, Hak’tan kopar. Bu haliyle ona ait hiçbir sanatı göremez, okuyamaz, anlayamaz olur. İnsan eti kemiği ile kalır. Kıymeti yalnız maddî yönüyle olur. Madde ise fanidir, geçicidir, kısa sürelidir. Hayvanlara ait bir hayat şeklidir. Kıymeti hiç hükmündedir.”31
Yüce Allah’ın bütün isim ve sıfatları yüce Zât’ına hastır. Allah; zâtı, sıfatları ve fiilleriyle tektir; hiçbir varlık ona benzemez, hiçbir varlığın sıfatları da onun sıfatlarına benzemez. “Allah; görür, işitir, konuşur.” deriz; fakat onun görmesi, işitmesi ve konuşması yüce Zât’ı gibi, bizim hayâlimiz dışındadır; varlıkların görmesine, işitmesine ve konuşmasına benzemez. Zât’ı gibi, sıfatlarının ve bu sıfatların tecellilerinin de eşi, benzeri, dengi yoktur. Yüce Allah’ın nur sıfatı da böyledir. İmam Gazâli, yüce Allah’a “en-Nur” denmesini şöyle açıklar: “Asıl nur, kendisi bizatihi mevcut olan ve başkasına vücut veren şeydir. Bu manada yüce Allah nurdur. O, bizatihi mevcuttur ve kendisinden başka bütün varlıkların varlığı ondandır.”7 Allah Teâlâ, bütün nurların kaynağı olduğu için kendisine “Nur” ismini vermiştir. Gözler onun nuruyla görür, kalpleri onun nuruyla doğru yolu bulur. Yahut Allah Teâlâ, her şeyde zahir olduğu ve vücut bulan her varlığı o ortaya çıkardığı için, ona, “Nur” denmiştir.8
35 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.