Ancak, tarihte ve günümüzde pek çok insan, işlediği kusur ve günahlar için birtakım özürler ileri sürerek derler ki:
“Biz Allah’ın iradesi dışına çıkamayız. Yaptıklarımızı Allah dilemeseydi biz yapamazdık. Her şey bir kadere bağlıdır. Biz, kaderin çizdiği yolda gidiyoruz.”
Bu sözler, doğrudu; fakat onlar kulun işlediği günahlarına karşılık kendini haklı, mazur veya mecbur göstermek için ileri sürebileceği bir özür değildir. İnsan bu şekilde yalnızca kendisini avutmuş ve kandırmış olur. Bu tür düşünce ve sözler, şeytanın süslemesi, vesvesesi ve oyunudur. Mükellef insan, kendisini nura, hayra, taate, ibadete, Cennet’e ve Allah rızasına çağıran davetçiye uymuyor; fakat şeytana' kulak verip şerre koşuyor. Sonra da “Kader böyle, ben ne yapabilirim ki?” diyerek kendini geri çekip kaderi öne sürüyor.
Bu halde bile yüce Rabb’i insanı bırakmıyor. Ona acıyor, yoluna ve nuruna davet ediyor, tövbesini bekliyor, affını müjdeliyor, Cennet’ini vaat ediyor. Ama isyankâr insan, davet edildiği rahmet kapısını kendi üzerine kapatıyor, ona sırtını dönüyor. Ardından, “Ben o kapıdan kovuldum, mahrum oldum, ne yapabilirim ki, elimden ne gelir?” diyor. Bu, insanın kendine zulmetmesi, âdeta canına kıymasıdır.
İsyana dalıp: “Ben ne yapayım, kaderim bu!” demeyi ne iman, ne ilim, ne akıl ne de tecrübe kabul eder.
İman, Allah’a teslimiyeti, sevgiyi, saygı ve itimadı istiyor.