Charlotte Bronte'nin kaleme aldığı ve kendi hayatından da kesitler sunduğu bu eser, kadın yazarlar Viktorya dönemi İngilteresi’nde ciddiye alınmadığı için bir erkek ismi olan “Currer Bell” adıyla yayımlanmış. Zaten bir erkeğin bu denli derin ve kadın ruhundan anladığı bir eser yazması insanları çok etkilediği için kitap büyük yankı uyandırmış. Yazarın hayatını incelediğimizde Jane Eyre'nin aslında bazı yönleriyle Charlotte Bronte olduğunu varsayabiliriz. Her ne kadar Jane'in öyküsü sonuç bakımından Bronte'nin hayatıyla örtüşmese de -çünkü yazar mutluluğu Jane kadar dahi tadamadan 38 yaşında bu dünyadan göçmüş- okul yaşantıları ve dönemin sunduğu zorluklar belli paralellikler gösteriyor. Ben kitabı okurken arka temada en yoğun olarak, sınıf farklılıklarına, dini ve ahlaki değerlerin gerekliliğine ve eser miktarda da feminizme vurgu yapıldığını hissettim. Sınıf farklılıkların hem viktoryen dönemde ne denli sarsıcı olduğunu görüyoruz hem de bu farklılığın içinin nasıl boş olduğunu.. Çünkü yazar burjuvayla dalga geçiyor ve ellerindeki maddiyatın onlara neredeyse maddi bir katkı dahi sağlamadan yok olup gittiğini gözler önüne seriyor. Jane Eyre'in evliliği ve evlilik öncesi yaşadığı gerginlikler, kocasına biat edecek olmanın ruhuna yüklediği huzursuzluklar alt temada feminizmi en güzel şekliyle işlemiş. Zaten kitap feminizmi konu alan eserlerin ilki olarak görülüyor. Kitap 600 sayfaya yakın fakat bir film izler gibi okunuyor. Ayrıca Jane'in ağzından bir otobiyografik roman olarak yazılması, 'Ey Okur!' diye başlaması üslubu oldukça samimi bir hale getirmiş. Her açıdan güzel, tekrar tekrar okunacak, okurken hissedilecek bir eser.