Değişen ne var? Hiç. Bayağılıklar değişmiyor ama, yıllar yılı önünde tutuyor kişiyi. Yüzyıllardır tek ayak üstüne cezaya kaldırılmış bir öğrenci denli. İğrenç hatta. Değişen ne? Hiç. Gitgide içeri kaçıyorum ben. Ötekiler durmadan çoğalıyorlar. Ben de çoğalmak isterdim. Gerçekte tek başıma da değilim, KUŞ var işte. Bir düzen kurulu aramızda. Bana o bakıyor. Neyim oldugunu bilmiyorum. Odamdan çıkmıyor pek. Açıyorum pencereleri dilerse uçsun gitsin diye, hiç oralı olmuyor. Gidiyor kimi vakit, sonra gene geliyor dönüp. Yatağımın başucundaki masa üstüne bir iki lokma bırakıyor. O olmasa kim bilir ben de karışır mıydım ötekilere, o terse doğru akan çoğula? Sanmam.
Benden yirmi gün ses gelmeyince mi merak edileceğim, elli gün mü, yüz gün mü, kaç gün, kaç yıl? Neyse biri söylesin, o kadar bekleyeceğim.
Sinem Sal
Yirmibir Günde Yalnızlığa Alışmak
Biraz üzülüp biraz da üzüyorsun hatta. Bazen tutunacak bir şeyi ya da birilerini arıyorsun. Çünkü konu oyun değil de hayat olunca biraz sert olabiliyor. Bazen buluyorsun, bazen bulamıyorsun. Çokça yoruluyorsun. Bazen "Ben ne yapıyorum?" bile diyorsun.
Büyüdükçe önce yalan söylemeyi, sonra da kaçak dövüşmeyi öğreniyorsun maalesef.
"Doğruluk mu, Cesaret mi?" sorusunun cevabı da çekimsere dönüşüyor. Kokmayayım, bulaşmayayım, rahatımı bozmayayım... Üzmeyeyim, üzülmeyeyim, canımı sıkmayayım...
Artık oyunun kuralları sadece esnemekle kalmıyor, bir bir silikleşiyor.
Zaten yalan da bir opsiyonsa "doğruluk'un pek anlamı kalmıyor.
"Cesaret'in var mı, yok mu, emin olamıyorsun.
Hoşlandığın çocuğu öpmeye cesaret edemiyor,
Su dolu balondan korkuyor,
Dans edersen gülmelerinden çekiniyor,
Hoşlandığın kişiye bunu söyleyemiyorsun...