Işığı sevmediğini yazmıştı, ışığın her şeyi ve herkesi çiyleştirip çirkinleştirdiğini. Parlak bir yanılsamaya boğduğunu. Oysa gece... Her şey asıl ruhunu gece bulurdu.
Hayat öylesine az söylenmiş şeylerden oluşur ki, öylesine azdır ki sesimiz, düşünce öylesine birikmiştir ki dilsizliğin ucunda, bazı anlar patlayışlar yaşanır.
Bazen küçük rahatsızlıklar ediniriz. Kalbimiz, hiç neden yokken gereğinden hızlı atar örneğin; durup dururken yemekleri yutmakta zorlanırız ve her günkü gibi yürürken adımlarımızı düşünmeye başladığımızda ayaklarımız birbirine dolanır.
Bazen küçük rahatsızlıklar ediniriz. Kalbimiz, hiç neden yokken gereğinden hızlı atar örneğin; durup dururken yemekleri yutmak da zorlanırz ve her günkü gibi yürürken adımlarımızı düşünmeye başladığımızda ayaklarımız birbirine dolanır. Tüm bunlar zorlandığımızı gösterir ya da yolun düzgün olmadığını. Aslında yürümek ve o ağır, puslu tepeye tırmanmak istemediğimizi. Tepeler ve uçurumlar, sanki bizi bir eksiklik duygusundan korumak için vardır.
Yıldızlar her zamanki yerindeydiler, ama ben yönümü bulamıyordum. Hepsi ışıldıyordu, bir kanıt gibi kesindiler. Ama ben şimdiden tozlanıp görünmez olmuştum. Gençlik hafiftir, saydamdır ve gülümser. Ben burada, ağır bir örtünün altına saklanmış gibi, yalnızca kötü rüyaların gelip sizi bulabileceği bir yerde; belki yaşlı kadının gözlerinde beliren o çukurlarda, belki porselen bibloların içinde, desenli halıların tam göbeğinde durup duracaktım. Yatağa oturup başımı ellerimin arasına aldım. Hiç kimseydim. Pessoa... Şiir kitabını çantamdan çıkarıp başucumdaki abajurun kısık ışığında okumaya başladım. Biliyordum, ışık yoksulsa yoksuldur her şey. Yoktur hiç kimse... ''Ah biz fakirler, neden ruhlarımızın bir elbisesi var?''