Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Antikapitalist Hareket İçin Kılavuzlar 1

Küreselleşmeyi Anlama Kılavuzu

Wayne Ellwood

Küreselleşmeyi Anlama Kılavuzu Sözleri ve Alıntıları

Küreselleşmeyi Anlama Kılavuzu sözleri ve alıntılarını, Küreselleşmeyi Anlama Kılavuzu kitap alıntılarını, Küreselleşmeyi Anlama Kılavuzu en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
1930'lardaki Büyük Bunalım, Keynesçiliğin ve müdahaleci devletin doğumuna yol açtı. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından, galip devletle küresel ekonomi için bir dizi yeni kural belirlediler. Savaş sonrası dönemin mali yapısı, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması'nı (GATT) içeriyordu. Ancak, Üçüncü Dünya ulusları yüzyıllar süren sömürgecilikten kurtuldukça, bu kurumlar giderek statükoyu ayakta tutan temel direkleri olarak algılanmaya başlandı.
1944'te Bretton Woods'da üzerinde anlaşılan sabit döviz kuru rejimi, dünyaya 25 yıl süren, istikrarlı sayılabilecek bir ekonomik büyüme sağladı. Ancak 1980'lerin başlarında İngiltere ve ABD'de serbest piyasa taraftarı köktenci hükümetlerin sahneye çıkışı ve daha sonra eski Sovyetler Birliği'nde kumanda ekonomisinin çökmesiyle durum değişti.
Reklam
IMF ve Dünya Bankası'nın sermaye akışını tersine çevirdiği (diğer bir deyişle Üçüncü Dünya'dan verdiğinden çok daha fazla para almakta olduğu) gerçeği, bu kurumların yardım için faaliyette bulunduğuna inananların aklını başına getirdi. (...) Yirmi yıllık yapısal uyum sadece borç krizini çözmekte başarısız olmakla kalmadı, milyonlarca insanın acı çekmesine ve zenginle fakir arasındaki uçurumun büyümesine neden oldu. Washington merkezli bir grup olan Development Gap'in 1999'da yaptığı bir çalışma, Yapısal Uyum Programları'nın 70'ten fazla Afrika ve Asya ülkesinde 1990'ların başındaki etkisini inceliyor. Çalışmaya göre, bir ülke Yapısal Uyum Programı'nı ne kadar uzun uygularsa borcu o kadar artıyor. Development Gap, Yapısal Uyum Programları'nın "ülkeleri borç, uyum programı, zayıflayan bir yerel ekonomi, artan savunmasızlık ve daha fazla borçtan oluşan trajik bir döngüye ittiği" uyarısında bulunuyor. Garip ve utanç verici bir manzarayla karşı karşıyayız. Afrika'nın dış borcu, Dünya Bankası ve IMF'nin ulusal ekonomileri yapısal uyum programlarıyla yönetmeye başlamasından bu yana % 400 arttı.
Bretton Woods Konferansı'nın amacı, savaş sonrası küresel ekonomi için yeni bir çerçeve-ulusal bağımsızlığı güçlendirecek ve gelecekte mali krizleri önleyecek istikrarlı, işbirliğine dayanan bir uluslararası para sistemi oluşturmaktı. Amaç kapitalizmi gömmek değil kurtarmaktı. Temel öneri, sabit döviz kuru sisteminin kurulmasıydı. Önceki onyılın bunalımı dikkate alındığında dalgalı kur sistemi artık istikrarsız ve ulusal kalkınma planları açısından zararlı bulunuyordu. Keynes'in Bretton Woods'daki etkisi çok önemliydi. (...) Konferans Amerikan dolarının uluslararası para olduğu, malların serbest dolaşımına dayanan bir sistemi tercih etti. Dolar altına bağlandı ve altının fiyatı, onsu (28g) 35 dolar olarak sabitlendi. Böylece dolar "altın kadar değerli" hale geldi ve bir çırpıda uluslararası döviz piyasalarının belirleyici dövizi oldu. Toplantıdan, küresel ekonomiyi yönetecek ve koordine edecek üç kurum doğdu. Bunlar tarafsız ekonomik mekanizmalar değillerdi; ağırlıklı olarak küresel rekabet ve şirket girişimciliğinden yanaydılar. 1- Uluslararası Para Fonu (IMF) 2- Dünya Bankası (Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası) 3- Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) / Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)
IMF ilk "resmi" Yapısal Uyum Hizmeti'ni 1986'da başlattı. Dünya Bankası da onu izledi. 1989'a gelindiğinde banka, bu süre içinde IMF'den de benzer krediler almış ülkelerin % 75'ine uyum kredileri vermişti. Bankanın koşulları IMF'nin mali "liberalleşme" ve açık piyasalar reçetesini hem genişletti hem de güçlendirdi. Bunların arasında kamuya ait işletmelerin "özelleştirilmesi", kamu sektöründe kitlesel işten çıkarmalarla devletin küçültülmesi ve giderlerinin azaltılması, temel toplumsal hizmetlerde kesinti yapılması, temel gıda maddelerine sübvansiyonun kesilmesi ve ticaretin önündeki engellerin azaltılması yer alıyordu.
1930'lardaki bunalımla beraber, ülkeler ticaret yaptıkları ülkeler karşısında "rekabet üstünlüğü" kazanmak (yani ihraç mallarını ucuzlatmak) için paralarını "devalüe" etmek amacıyla altın standardını peş peşe terk etmeye başladılar. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ABD, doların değerini altının bir onsunun 1/35 ine (0,9 gr) eşitledi; ancak bundan böyle nakit sahipleri paralarının karşılığını altın olarak isteyemeyeceklerdi ve altın paralar yasaklandı. Daha sonra 1973'te ABD Başkanı Richard Nixon, Amerikan altınının yabancıların ellerindeki dolarlarla sabit orandan değiştirilmesini askıya aldı. Altın böylece, diğerleri gibi fiyatı arz ve talep tarafından belirlenen bir metaya dönüştü. Birçok ülke (ve IMF) elinde yüklü altın rezervleri tutmaya devam ediyor ve zaman zaman da açık piyasada çeşitli miktarlarda altın satışa çıkarılıyor; ancak satıcılar, piyasayı boğarak uluslararası altın fiyatını düşürmemek için dikkatli davranıyor.
Reklam
Dünya Bankası (Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası): Bretton Woods Konferansı'nın diğer temel hedeflerinden biri de İkinci Dünya Savaşı'nın harap ettiği ekonomileri yeniden inşa etmenin bir yolunu bulmaktı. Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD) bu çabaya öncülük etmek üzere kuruldu. Üyelerden toplanan aidatlar ve uluslararası sermaye
Uluslararası Para Fonu (IMF): (...) İşinin önemli bir parçası, "sabit" döviz kuru sistemini denetlemekti. Böylece ülkelerin, komşuları karşısında rekabet üstünlüğü elde etmek için ulusal paralarını devalüe etmelerini engellemeye çalışıyordu. Fonun bir diğer görevi, dövizlerin "konvertibilite" sini geliştirmek, yani uluslararası ticaret yapılırken döviz değişimini kolaylaştırarak dünya ticaretini teşvik etmekti. Son olarak, bu yeni kurum "son çare olarak kapısı çalınan bir kredi kuruluşu" olarak davranacak, kısa vadeli nakit sıkıntısına düşen ülkelere acil durum kredisi sağlayacaktı. (...) Bir ülke IMF'ye girdiğinde, ona kendi hesap birimi olan Özel Çekme Hakları'yla (SDR) hesaplanan bir kota tahsis edilir. Kotalar söz konusu ülkenin dünya ekonomisindeki göreli durumuna bakılarak tahsis edildiğinden, en güçlü ekonomiler en fazla etki ve nüfuza sahiptir. (...) Üyenin sahip olduğu kota, IMF kararlarında ne kadar oy hakkı olduğu ve mali sıkıntı yaşadığı takdirde ne kadar döviz alabileceği de dahil olmak üzere pek çok şeyi belirler. Ödemeler dengesi için alınan kredilerin faizleri, yürürlükteki faiz oranından daha düşüktür ve üyeler bu kredileri beş yıl içinde kullanmak ve geri ödemek zorundadır.
Bazı Üçüncü Dünya ülkeleri, çok önemli kaynaklara sahip olmalarından yararlanarak, Avrupa ve Kuzey Amerika'daki sanayileşmiş ülkelerle pazarlık güçlerini artırmanın yollarını aramaya başlamışlardı. Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) gibi gruplar işbirliği içinde bir araya gelerek, petrol arzını kontrol edip fiyatları yükselterek, küresel
Reklam
Eğer bir Üçüncü Dünya varsa, Birinci ve İkinci Dünya da olmalı. Bu terim Fransız nüfusbilimci Alfred Sauvy tarafından 1952'de ilk kez kullanıldığında kategoriler arasında açık bir farklılık vardı, ancak geçtiğimiz onyıl boyunca farklar bulanıklaştı. Fransızca tiers monde teriminden türetilen bu deyim, ilk olarak, tiers monde (yoksul ülkelerin dünyası) ile tiers état (Fransız Devrimi döneminin sıradan insanları) arasında bir paralellik kurmak için kullanıldı. Birinci Dünya, Kuzey Amerika ve Avrupa'dan oluşan Batı Bloku, İkinci Dünya ise Sovyetler'in önderliğindeki "Doğu Bloku idi. Bu iki grup ekonomik ve askeri gücün çoğuna sahipti ve aralarında "Soğuk Savaş diye adlandırılan gergin bir ideolojik çatışma sürüyordu. Afrika, Latin Amerika, Asya ve Pasifik'teki Üçüncü Dünya ülkeleri ise sömürge yönetiminden yeni kurtulmuşlardı ve Doğu ile Batı arasındaki gerginliğe bulaşmayıp kendi yollarını çizmeye çalışıyorlardı. Sovyetler Birliği'nin 1990'ların başında parçalanmasından beri Üçüncü Dünya teriminin anlamında da kullanımında azalma oldu Söz korusu ülkeler, artık çoğu yerde "gelişmekte olan ülkeler", Çoğunluğun Dünyası ya da kısaca Güney olarak anılıyor.
Dünya çapında 1970'lerin sonları ve 1980'lerde gerçekleşen finansal deregülasyon, gelişmekte olan bilgisayarlı iletişimle birleşerek spekülatif yatırımların patlamasını ateşledi. Dünya Bankası, IMF ve ABD Hazine Bakanlığı, 1990'larda liberal finans piyasalarının yararlarını överek Üçüncü Dünya hükümetlerini borsalarını ve mali hizmet sektörlerini dışa açmaya zorladı.
Aşırı üretimin yarattığı asıl tehlike "deflasyon". Deflasyon istihdamda sürekli bir yükselişle beraber hammadde ve mamul mal fiyatlarında göreli bir istikrar yerine, hem ücretlerin hem de fiyatların sürekli düşmesiyle sonuçlanır. İktisadi olarak mantık basittir: Üretim kapasitesi talebi aşar, fiyatlar düşer; işsizlik artar ve ücretleri daha da aşağı çeker. Bu sürecin 1930'lardaki sonucu, fabrikaların kapanmasına, milyonların işini kaybetmesine yol açan büyük bir ekonomik çöküş oldu. Bu yıkımdan ancak fabrikaların İkinci Dünya Savaşı için silah ve diğer askeri malların üretimini hızla artırmasıyla çıkılabildi. Şimdiye kadar deflasyon olasılığının kontrol altında tutulması ABD ekonomisinin "tüketimin son kalesi" yapılmasıyla mümkün oldu.
(...) doğrudan yabancı yatırımların önemli bir kısmı şirketlerin devlet işletmelerini satın alması, yerel şirketlerden hisse alımı veya mali birleşme ya da satın almalardan oluşuyor. Sınırötesi birleşme ve satın almalar 1997'de toplam doğrudan yabancı yatırımların % 59'unu oluşturuyordu. Bunların hiçbiri yeni üretken faaliyetler yaratmıyor, hatta birleşmelerden sonraki küçülmelerden ötürü net bir istihdam kaybı bile olabiliyor. Çokuluslu şirketler kârlarını kendi denizaşırı merkezlerine aktardıkları için, artan yabancı yatırımlar net döviz kaybına da yol açabilir. Yabancı bir yatırımcı, esas olarak yerel pazarlar için üretim yapıyor, özellikle de ithalatı ikame etmek yerine yerel üreticileri yok ediyorsa, bu, ödemeler dengesi sorununu ciddi ölçüde ağırlaştırabilir. Diğer bir deyişle, önemli olan doğrudan yabancı yatırımların miktarından ziyade niteliği. Ulusal hükümetler yurttaşlarına net yarar getirecek yabancı yatırımları seçerek toplam etkisi olumsuz olacak yatırımları reddetmeliler. Yabancı yatırımlar spekülatif faaliyetlere değil de üretken faaliyetlere kanalize edildiği takdirde, ulusal kalkınmaya olumlu bir katkıda bulunabilir. Şu anda ise, serbest ticaret düzenlemeleri ve çift taraflı ticaret anlaşmaları, imzacı devletlerin elini kolunu bağlayarak, egemenlik haklarını kısıtlıyor ve yatırımların niteliğini etkileme güçlerini azaltıyor.
Petro-dolar kredileri kimi durumlarda yanlış hesaplanmış şatafatlı projelerde israf edildi. Kimi zaman da çalındı ve Üçüncü Dünya seçkinleri tarafından, krediyi veren aynı Kuzey bankalarındaki kişisel hesaplara aktarıldı. (...) 1960'ların ortalarından 1980'lerin ortalarına kadar despotizm Latin Amerika'yı istila etti ve gittiği her yerde çeşit çeşit kirli dolaplar çevirdi. (...) Jubilee araştırmacıları, Üçüncü Dünya'nın toplam borcunun neredeyse dörtte birinin (yaklaşık 500 milyar dolar) 25 ayrı ülkede diktatörleri ayakta tutmak için kullanıldığını ortaya çıkardılar. (...) Bu dönemde IMF, ödemeler dengesine geçici yardım için kapısını çalmak zorunda kalan ülkeleri, sıkı politikalar uygulamaya zorlayan bir kurum haline geldi. 1970'lerde ve 1980'lerin başında IMF kredileri, hükümetlerin, Güney ülkelerinin nerede yanlış yaptıklarına ya da yanlışlarını nasıl düzelteceklerine dair kendi fikirleri olan IMF ekonomistlerinin tavsiyelerini izlemeleri koşuluna bağlıydı.
19 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.