Dünyada bir düzen vardı, devletlerin kurduğu, insanların uymak zorunda olduğu, insanların iyiliğine olmayan, güçlülerin gücünü koruyan bir düzen. Bu düzene tek başına karşı çıkmayı düşünecek kadar hayalci değildi.
Tanrısı dünyaları çok küçük bu insanlar için üzülüyordu. Zor bir hayat yaşadıkları için düşüncelerinin de küçük olduğunu söylüyordu. Bu konuda tanrısıyla anlaşamıyordu, kendisi de zor bir hayat yaşıyordu ama onlar gibi değildi.
Onların böyle olmak için bir sebepleri yoktu, sadece kötüydüler.
Kötüydüler. Nokta.
Allah ile tanrının aynı şey olmadığı kanısındaydı (…) Allah’a ibadet etmek için oruç tutardı , kendi tanrısıyla konuşurdu. Tanrısına hayatından şikayet etmezdi. Şikayet etmenin de dua etmenin de dua etmenin de hiçbir şeyi değiştirmediğini çok küçükken öğrenmişti.
Her şeyi anlatırdı tanrısına , içinden , sese dönüştürmeden . Gördüğü kadarıyla hayatın yer yer çok saçma olduğunu ve mesela insanların boş şeylere değer vermek gibi bazı davranışlarını anlamakta zorluk çektiğini.
Gardırobun içindekileri yatağa yığmıştı. En alttakiler kardeşinin giysileri, ortadakiler babasının giysileri, en üstekiler annesinin giysileri.
İlk giren son çıkar prensibi.
İlk ölen annesiydi.
Zamanı doğa değil hızlı koşan hayat belirliyordu.
Hayat bazen zamanı bile geçiyordu, öyle hızlı bir koşmak içindeydi dünya.
Dünyanın böylesine hızlı nereye koştuğunu kimse bilmiyordu.
Topaç seyretmeyi çok severdi. Kardeşi de topaç çevirmekte çok başarılıydı. O zamanlar bile tombul olan elleriyle ipi dikkatle topaca sarıyordu, sert bir hareketle bırakıyordu.
Ve topaç özgür.
İstediği kadar dönüyordu.
İstediği yere gidiyordu.
İstediği yerde duruyordu.
İstediği zaman.
Bu görüntü içini coşkuyla doldurdu, ilk kez böyle bir şey hissediyordu. Özgürlük olduğunu o sırada bilmediği bu tuhaf, coşkulu duygu henüz damarlarına nüfuz etmemişti ama edeceğini anlamıştı, varlığını ele geçireceğini tahmin ediyordu.