Nihayet, Arslan Bey, terden sırılsıklam olmuş atı ile duman içinde savaş sıralarının arasında, adım adım göründü. Her adımda; “Yiğitlerim!… Sis açılmaya başladı mı hemen susun. Hep birden ayağa kalkın, hücum edecek gibi durun. Ama ileri gitmeyin. Ateş de açmayın. Ben düşmana teslim teklif edeceğim…” diyordu. Topçuların, topçulara karışan angaryacıların “Heya, mola” naraları gittikçe artıyor, büyüyor, tüyleri ürpertecek heyecanlı yankılarla görünmeyen dağları, taşları inletiyordu.
Adını ne koyalım ? dedi
Mefkûre ( ideal ülkü )
Artık bu heyecan tufanı içinde hiçbir belirgin şekil göremiyor ; yalnız karısının kendi ruhundan çıkıyor sandığı nazlı, tatlı , ince sesini işitiyor gibi oluyordu:
Mefkûre ... Ah ne güzel isim!
Çanakkale'yi İngiliz, Fransız topları dövüyordu.
Ha bugün, ha yarın...
Düşman kesin bir şekilde bekleniyordu!
Anadolu'ya göç başlıyor, yavaş yavaş mahalleler boşalıyordu. O da birçokları gibi düşmanı bekliyor,
- En son bir haftaya kadar... diyordu.
Bu haftalardan birçoğu birbiri arkasına geçti. İngiliz, Fransız zırhlıları Çanakkale'yi geçemedi. Göç edenler döndüler.
O, bu mucizeden şaşkın bir halde, köşkünden dışarı çıktı. Yüzbinlerce asker sokakları, meydanları, kırları dolduruyordu.
Bu düzen, bu ruh, bu ordu, bu millet birdenbire nerden doğuvermişti? Anlayamıyordu.
Bir sene, her gün başka bir zafer haberi getirerek geçti. Çanakkale'de yaklaşık bir milyonluk düşman ordusu eritildi. Denize sürüldü. Büyük zırhlılar battı. Mağlup edilemez sanılan İngilizler'in bayrakları yere düşürüldü. Hele Ruslar... Yalnız İstanbul'u ele geçirmek için bu savaşa girdiklerini konuşmalarla ilân etmekten başka bir şey yapamadılar.
Cemaatle kılınmış akşam namazından dağılan askerler çadırların arasından gürültü ile geçiyorlardı. Kısa emirler, çağrılan isimler, bir kahkaha, bir söz... başlayacak sükûnu bozuyor, atların yanında itişen birkaç gencin şen naraları duyuluyordu