Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Lâ Mekana Yolculuk

Henry Bayman

Lâ Mekana Yolculuk Gönderileri

Lâ Mekana Yolculuk kitaplarını, Lâ Mekana Yolculuk sözleri ve alıntılarını, Lâ Mekana Yolculuk yazarlarını, Lâ Mekana Yolculuk yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Her ne edersen kendine edersin. Bunu bir tasavvufi eğitim öyküsüyle canlandırayım: BİR ZAMANLAR TANRININ DELİSİ (MECZUB)'“ BİR ADAM VARMIŞ. KASABA İÇİNDE DOLAŞIR, “NE EDERSEN KENDİNE” DER, GEZERMİŞ. BİR KADININ PENCERESİNİN EŞİĞİNDEN GEÇERKEN HER SEFERİNDE BU SÖZLERİ TEKRAR ETMESİ, ONU ÇOK RAHATSIZ EDERMİŞ. ZAMANLA BU ÖFKE ONUN İÇİNDE
Nietzsche, bize rahatsızlığıyla ilgili ender ve ürpertici bir pencere açar (bu düş aynı zamanda, Nietzsche'nin sırf felsefe açısından anlaşılamayacaını da açıkça gösterir|: “Şöyle bir rüya gördüm: Bütün hayata sırtımı dönmüştüm. Ölümün ıssız dağ kalesindeki mezarların, gece bekçisi ve koruyucusu oldum. Tepesinde onun tabutlarını bekliyordum...
Reklam
Nietzsche, Hıristiyanlığı eleştiriyordu: doğaüstü yönünden, tabiatın aleyhine ruha yaptığı vurgudan, doğayı ve dünyevi hayatı reddetmesinden dolayı. Ve o, bu ikilemin nerede aşıldığını görecek kadar da dehâ sahibiydi: “İslâm kültürü... bizim duyularımıza ve zevklerimize Roma ve Yunan'dan daha uygun... kaynaklarını soylu dürtülerden alıyordu... zira o, hayata Evet diyordu...”87 Diğer bir deyişle o, (Tanrı/insan, beden/ruh, iyi/kötü gibi) zıt çiftlerin İslâm'da kökten farklı bir tarzda düzenlendiklerini ve bedenin haklarının, en az ruhun hakları kadar dikkate alındığını görmüştü. Biraz daha zamanı olsaydı, kendisinin de aramakta olduğu “değerlere öte-değer biçme”nin (transvaluation), sadece İslâm'da mevcut olduğunun farkına varabilirdi. Çünkü aslında o, bütün değerleri ortadan kaldırmaya çalışmıyordu. Daha çok, bütün yalancılığı, çelişkileri ve ikiyüzlülüğü ile geleneksel ahlâkı aşmak istiyordu. Özellikle de Hıristiyanlık”taki hayır (iyi) ve şer kavramlarının ötesine gitmek arzusundaydı; Hıristiyanlık'taki anlamıyla “şer” kavramı, İslâm'da asla bulunmamıştır. (İslâmiyet'te “şer,” zayıftır ve onu yenmek çok zor değildir; Hıristiyanlık'ın “şer”ri ise, evrensel bir güce sahiptir ve Tanrı'yı (İsâ'yı) bile yenebilir. Orada da hayır/iyi zayıftır.|
Eğer ateizmin peygamberi Nietzsche ise, ateizmin kutsal kitabı da Böyle Buyurdu Zerdüşt'tür. Ancak burada temel bir soru cevap bekliyor: O halde niçin Nietzsche, Tanrı'nın ölümü fikriyle yetinmedi; niçin bunun ötesinde bir Zerdüşt ve Süpermen aradı? Çünkü o duramaz, insanoğlu duramaz; onun soylu ruhu, boğuluyor olsa bile, manevi arayışını sürdürür. Nietzsche'nin büyüklüğü, kendisi onunla başa çıkamasa bile, kavramsal dünyasının ötesinde daha yüce ve daha büyük bir şeyin varlığının farkında olmasındadır. Jung'un da işaret ettiği gibi, bu şeyle uğraşma çabası, Zerdüşt kimliğindeki arketip sembolünde belirginleşir. Nietzsche, Tanrı'nın ölümü düşüncesinin ardından gelen nihilizmden kurtulmaya çalışmaktadır. Tam bir hümanist gelenek içinde o, insanı yüceltmek için “dışarıda var olan” bir Tanrı'nın değerini alçaltır. Fakat Tanrı insanın sadece dışında değil, aynı zamanda içinde ise, o zaman ne olacak?8“ Nietzsche, Tanrı'yı toptan inkâr ederken, bilmeksizin insanı da değerden düşürmektedir. Böylece insan, içindeki kutsal kıvılcıma yabancılaşır, sadece bir kabuk, bir kışır olarak kalır.
Kısacası, Tanrı'ya inançsızlık, tek bir anlama gelebilir: İnsanlığın toplu intiharı. Nietzsche “en derin kuşkusunu” şöyle dile getirmektedir: “Bu kuşku, biz Avrupalıları giderek daha fazla, gitgide daha kötü bir şekilde etkisi altına alıyor. Ve bu durum, gelecek kuşakları şu iki korkunç tercih (“Ya/Veya”) karşısında bırakabilir: “Ya saygı duyduğunuz şeyleri ortadan kaldırın, ya da kendinizi" İkincisi, nihilizme götürecektir; fakat birincisi de aynı şekilde nihilizme götürmez mi? Bu bizim soru işaretimizdir.”8* Geçmişe bir göz atınca, asıl sorunun “Ya/Veya” sorusu değil, “Hem/Hem de” sorusu, hatta “Eğer/O zaman” sorusu olduğunu görebiliriz: Eğer siz Tanrı'ya inancı iptal ederseniz, o zaman siz kendinizi ortadan kaldırmışsınız demektir. Birinci nihilizm, ikinci” sini doğurur. Nietzsche, Putların Alacakaranlığında adlı eserinde şu beklenmedik gözlemi yapar: “Biz gerçek dünyayı (Platon'un ideal dünyasını, Hıristiyan dininin Tanrı'sınıl iptal ettik. Geriye hangi dünyâ kaldı? Şu görünen dünya mı? Kesinlikle hayır! Gerçek dünya ile birlikte biz, görünen dünyayı da iptal etmiş olduk"85
George Steiner taşı gediğine koymuştur: Yirminci yüzyılın toplama ve ölüm kampları, nerede ve hangi rejim altında olursa olsunlar, hepsi de cehennemin yeryüzünde belirmesidir. Bunlar, cehennemin yerin dibinden yeryüzüne taşınmasıdır... Bildiğimiz lânetlinin yokluğu, modern totaliter devletlerin içini dolduracağı bir girdap açmıştır.9? Bunun sebebini anlamamız son derece önemlidir. Bu niçin olmak zorundadır? Neler olup bitiyor? Sebep şudur: Allah'a inanç, uygun bir ahlâki eğitim ve benliğin arıtılması olmayınca, Buyurgan Benliği kontrol altında tutacak hiçbir şey bulunmaz. Önce Allah'a inanmadıkça, O'na karşı ne korku, ne de sevgi olabilir. Allah korkusu Bencil Benliği kısıtlar, olumsuz yönde fazla alçalmasını engeller. Allah sevgisi ise benliği olumluya (yani, Allah'a ve cennete) doğru yükseltir. Allah inancı ortadan kalkınca, aşağıdan iten güç (korku) ve yukarı çeken enerji (sevgi) bununla birlikte yok olur ve asansör, cehennemin çekim gücü altında dibe doğru hızlanır. İpini koparan ben, bir kanal, bir yanardağ bacası haline gelir, o baca" dan cehennemin içerikleri, gündelik hayatın içine püskürür. Başta Tanrı'ya inançsızlık olmak üzere, bazı özel şartlar altında Bencil Benlik, tam anlamıyla şeytanlaşır: şeytanın basit bir oyuncağı, bir kuklası haline gelir. Bu etki altındayken kişinin, kendi durumunun farkına varmaması, Tanrı'nın, şeytanın, cennetin ve cehennemi! varlığını hep inkâr etmesi bir şey değiştirmez.
Reklam
Brzezinski, 20. yüzyıldaki savaşlarda yok olan insan sayısını, yaklaşık 87 milyon olarak tahmin etmiştir. 80 milyondan fazla insan ideolojik temelli terör ve totaliter soykırımlar sonucu soğukkanlılıkla katledilmiştir. Böylece sayı 167 milyona çıkar ki, bu da yaklaşık 170 milyon insan demektir. Bu sayı, yirminci yüzyıla ait dehşetler listesinde en alt sınırı temsil eder. Brzezinski şu sonuca varıyor: “Bu sayı, insanlık tarihi boyunca gerçekleşen savaşlar, toplumsal çatışmalar ve din temelli infazlardaki ölü sayılarının toplamından daha fazladır.”79Buna Soğuk Savaş'ın bitmesinden bu yana bölgesel anlaşmazlıklar yüzünden ölen ve çoğunluğu sivillerden oluşan kişilerin sayısını da eklerseniz, 20. yüzyıla ait katliam sayısının 200 milyonu aşacağına şüphe yoktur. (2013 güncellemesi: Siyasal bilimci R. J. Rummeb'ın hesapladığına göre, bu sayı 262 milyondur.*J Akıl, böyle korkunç bir sayıya ulaşan kasaplık karşısında ne yapacağını bilemez ve bunun boyutları karşısında idrâksizce donar kalır. Böyle bir idrâksizlik, insan aklı için bir sığınak görevi yapar, çünkü akıl, bu boyutlardaki kötülüğü anlamaya yanaşmaktan içgüdüsel olarak kaçar.
Artık şu gerçeği görmezden gelmek mümkün değildir: Şatafatlı, soyut metafizik önermelerin fiziksel dünyada da etkileri vardır. Bir aklı-evvelin fildişi kulesinden ilan ettiği felsefi bir önerme, daha az akla ve ondan da az bilince sahip kişiler tarafından benimsenip uygulanınca, gerçek dünyada somut sonuçlar doğurmaktadır. Bunlar o tohumun meyveleridir ve “onları meyvelerinden tanıyacaksınız.” Bu meyveler, tohum içinde gizlenmiş olan ve ekilmedikçe de fark edilmeyecek özellikleri hemen ortaya serer. Nietzsche'nin formülü yüz yılı aşkın zamandır ekilmektedir. Bu formül, Batı'nın entelektüel araçları içerisinde bir ölçek, bir standart depo malzemesi, tümleşik bir unsur haline gelmiştir. Bu süre zarfında büyüme ve meyve verme şansına da sahip olmuştur. O halde Nietzsche'den bir asır sonra, biz kendimizi nerede bulmaktayız? Yirminci yüzyılın tarihi, katliam ve yıkımın gitgide arttığı bir dönem olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonunda tarihteki en korkunç silahın keşfedilmesi, bundan sonraki dünya savaşında, az bir kesimin hayatta kalacağını (o da, eğer kalabilirse) ama bunların da ölmeyi yeğleyeceğini garantilemiştir.
Darwinci teorinin sorunu, onun tamamen mekanist bir teori olmasıdır: bu kuram, (her ne kadar, başlangıçta makineyi tasarlayanın kim olduğu sorusunu açıklamasa da) bir Yaratıcının gerekliliğini ortadan kaldırmakla kalmaz, aynı zamanda tabiatta herhangi bir amacın olduğu düşüncesini de yok eder. (Buna olasılıkçı mekanizm denilebilir: Tabiat, dev bir tilt makinasına, bir rastgele sayı üretecine indirgenir.) İnsanlara gelince, onlar da ruhsuz birer robota indirgenirler. Böylece insan, hayvanları makinalar olarak düşünen Descartes'tan başlar, yüz yıl sonra La Mettrie'nin İnsan Makinadır'ından (Man a Machine, 1747) geçer, Darwinci metafizik sayesinde bu sinsi fikrin yaygın kabulüne ulaşır. D. H. Lawrence, Son Şürler'inde (Last Poems), “Ben hemcinsim olan insanları sevdim, sonra yaşadıkça onların ne hemcins ne de insan, fakat makinadan robotlar olduklarını öğrendim.” şeklinde yazmıştır. Bu temel bileşen, bu hastalıklı dünya görüşü bir kez yerine oturduğunda, “robot devleti” veya böcek toplumu (artık siz hangisini tercih ederseniz) çok uzakta değildir; nitekim yirminci yüzyılın robot devletleri bunun kanıtıdır.
Açıkça yanlış olduğu baştan belliyse, nihilist bir felsefenin darmadağın edici sonuçlarına niçin katlanalım? Ölümcül hata, şurada yapılıyor: Darwinci evrim düşüncesinin avukatları, (kendilerinden önce Hume ve Nietzsche'nin yaptığı gibi) rastlantıyı bir tanrı seviyesine yükseltiyorlar. Jacgues Monod da böyledir: “Canlıküredeki bütün yeniliklerin, bütün yaratıkların tek kaynağı, rastlantıdır. Tamamen özgür ama bilinçsiz olan salt tesadüf, yaratılışın muazzam yapısının tam kökünde bulunmaktadır.” Ancak işte bu “rastlantı” kelimesi, bize hissettirmeden, evren hakkında bir değer yargısını dayatmaktadır: bu evrendeki olguların hiçbir sebep olmaksızın olabileceğini imâ etmektedir. Öyleyse Darwin'in öğrencilerinin, onun kavramlarından anlamsızlığı üretmelerinde şaşılacak bir taraf yoktur: Onlar ilk başta ekilenden fazlasını biçmiyorlar. (Rastgele evrimleşmenin matematiksel açıdan mantıksızlığı, hatta imkânsızlığı, bu kitabın çerçevesi dışındadır. Bu konuyla ilgilenen okuyuculara, matematikçi David Berlinski'nin” yazıları gösterilebilir. Özetle ifade etmek gerekirse, bir tek biyolojik molekülü bile tesadüfen oluşturabilmek için, evrene neredeyse sonsuz zaman gereklidir.)
59 öğeden 31 ile 40 arasındakiler gösteriliyor.