Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Lâ Mekana Yolculuk

Henry Bayman

Lâ Mekana Yolculuk Sözleri ve Alıntıları

Lâ Mekana Yolculuk sözleri ve alıntılarını, Lâ Mekana Yolculuk kitap alıntılarını, Lâ Mekana Yolculuk en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
İlâhî bilgiden uzaklaştırılmış akıl, asit gibi kendi kendini yakar. Seyyid Hüseyin Nasr
İşte temel budur, köşe taşı budur. Buna şöyle bakalım: Üç şeyi ilkokulda öğrendiniz (okuma, yazma ve aritmetik). Fakat bunlarla işiniz biç bitmedi. Bütün eğitiminiz boyunca, istisnasız her adımda bunlara dayandınız; çünkü her şeyin dayandığı temeller bunlardır. Benzer şekilde, diğer katları inşa ettiniz diye, beş katlı bir binanın altından ilk katı çekip çıkaramazsınız. ' Meyve, hiçbir zaman yolun sonunda bizi bekleyen, hazır ve bitmiş bir sonuç değildir. O, bizim her bir eylemimizle sulanıp olgunlaşır. Sonunda tadacağımız meyvenin balla mı, zehirle mi dolu olacağını, bizim eylemlerimiz belirleyecektir. İşte bu nedenle, ahlâk altyapıdır, içsel dönüşüm ise onun üzerine inşa edilen üstyapıdır. İbn Arabi'ye göre ölümden-sonraki durum, her ne şekilde ortaya çıkarsa çıksın, birikmiş amellerin ve düşüncelerin somutlaşmasıdır. William Chittick, onun felsefesi hakkında yorum yaparken şunları söyler: “İnsanlar sadece kendi cennetlerini inşa etmezler, aynı zamanda kendi cehennemlerini de inşa ederler.” Arabi de, “Ceza, düşüncenin gerçekleşmesiyle aynı şeydir”! der.
Reklam
Tanrı hakkında sık rastlanan diğer iki yanlış anlama, inancın karşısında olanlarla ilgilidir. Ateistler tarafından sıklıkla gündeme getirildiği gibi, Tanrı'yı bir kuklacı veya doğulu bir despot olarak görme düşüncesi, tek kelimeyle yanlıştır. Eğer Tanrı, insan üzerinde mutlak bir kontrolü dileseydi, bundan daha kolay bir şey olamazdı: aklı olmayan bir robot türü yaratırdı. Tersine O, insana akıl ve özgür irade verdi ve onu bu gezegeni yönetmekle görevlendirdi. Ancak, sorumsuz yetki olmaz. Bu yüzden insan, yeryüzünde yaptıklarından sorumludur.
Gizemci şair Francis Thompson'dan alıntı yaparsak: Uzak ya da yakın, Her şey, ölümsüz bir güç tarafından Gizlice Birbirine bağlanmış. Bir çiçeği bile koparamazsın Bir yıldızı yerinden oynatmadan.
Efendi her zaman şunu söylerdi: Müridin yola çıkabilmesi için, üç ön şartı yerine getirmesi gerekir. Bunlar, bir iş, bir eş ve inançtır. “Gelen gidene, “Eş ile, iş ile, iman ile nasılsın?” diye soruyorum. Kimseye ihtiyacı olmamak. “Bu üçü oldu mu,” diyorum, “sen yola gidebilirsin. Yola gidebilirsin.” “İnancı var, işi de iyi, ama eşi ile arası bozuk olursa gene gidemez yola. Bu, tehlike, en tehlike. İnancıyla, eşiyle iyi, maddiyatı bozuk olursa gene olmaz. Olması lazım yani. Fakat üç safhalı bir ayak (sacayağı), üç safhalı düzgün oldu mu, o adam yola gidebilir. Çünkü huzuru yerinde oluyor. Huzuru bozacak birşey yok. Allah cümlemize nasib etsin.” “Bu üç cepheye dikkat et, inşallah. Herkese söylerim. Sana da zamanla müracaat eden olur, aynı söyle. “İnancıyla nasılsın? Allah'ının emirlerini yerine getirebilir misin? Eşiyle nasılsın?” “Bu da iyi. “İşiyle nasılsın?” “O da iyi.” “Gel yanıma,” dersin. “Bunlar hepsi iyi ama eşiyle işim tatsızdır.” “Onları düzelt, öyle gel.” Eşiyle, inancıyla iyi, işi bozuk. “Kendine bir iş bul, lokma parası çıkart, ondan sonra gel.” Üç safhalı. Bu mühimdir, bu. Hangisi eksik olursa olmaz, yola gidemez. Yola gidemez.”
Niyâzî Mısrî
Belirmez arifin nâmı ve şanı, Değil irfan, filân oğlu filânı, Yerin terk edenin yoktur mekânı, Hakikat ehlinin olmaz nişanı. İzi yoktur ki izinden biline, Dahi tozmaz ki tozundan biline, Sen onu sanma sözünden biline Hakikat ehlinin olmaz nişanı.
Sayfa 211 - iNSAN YAYINLARI ☪ İKİNCİ BASKI - 2014Kitabı okuyacak
Reklam
Seyyid Hüseyin Nasr
İlâhî bilgiden uzaklaştırılmış akıl, asit gibi kendi kendini yakar.
Sayfa 61 - iNSAN YAYINLARI ☪ İKİNCİ BASKI - 2014Kitabı okuyacak
Aşağıdaki öykü, gerçeğe, (ateistlerin, Allah'a haşa) kuklacı veya doğulu despot benzetmelerinden daha yakındır. Büyük bir malikânenin zengin sahibi, yaz tatili boyunca orada kalmaları için, birçok arkadaşını konağına gönderir. Ancak yolculuk o kadar zorludur ki, malikâneye vardıklarında misafirleri hafıza kaybına uğramış olurlar. Binanın içinde,
Büyük süfi bilge İbn Arabi, bütün Varlığın Bir olduğunu söylemiştir. Bu sebeple o, çoğu zaman panteizmle itham edilmiştir, oysa ona ait “varlığın (şeylerin, nesnelerin) birliği” (vahdet-i vucüd) düşüncesi bu anlamı taşımaz. (İbn Arabi'nin kendisi, bu terimi hiç kullanmamıştır.) İbn Arabi'den birkaç asır sonra, bu eğilime karşı çıkmak amacıyla bir başka büyük bilge, Ahmed Sirhindi (diğer bir ismiyle İmâm Rabbâni ya da “(Hicret'in) ikinci bin yılın(ın) yenileyicisi”), “gözlemcilerin birliğinden” (vahdet-i şuhüd), benliklerin veya öznelerin birliğinden bahsetmenin daha uygun olacağını savunmuştur. İkisi de haklıydılar. İki görüş de, bir madalyonun iki yüzü gibidir. Şüphesiz ki, Nihai Birlik'te, nesne/özne ayırımı tamamen ortadan kalkar; fakat bu noktaya ulaşıncaya kadar, Sirhindi'nin yaklaşımı daha yararlı ve daha tehlikesizdir. Ayrıca, az önce zikredilen “Biz sizi (insanlığı) tek bir nefsten yarattık” ayetinde de, buna destek vardır. Bununla birlikte İbn Arabi'nin kasti, hiçbir zaman panteizm olmamıştır.
Her ne edersen kendine edersin. Bunu bir tasavvufi eğitim öyküsüyle canlandırayım: BİR ZAMANLAR TANRININ DELİSİ (MECZUB)'“ BİR ADAM VARMIŞ. KASABA İÇİNDE DOLAŞIR, “NE EDERSEN KENDİNE” DER, GEZERMİŞ. BİR KADININ PENCERESİNİN EŞİĞİNDEN GEÇERKEN HER SEFERİNDE BU SÖZLERİ TEKRAR ETMESİ, ONU ÇOK RAHATSIZ EDERMİŞ. ZAMANLA BU ÖFKE ONUN İÇİNDE
Reklam
Nietzsche, Hıristiyanlığı eleştiriyordu: doğaüstü yönünden, tabiatın aleyhine ruha yaptığı vurgudan, doğayı ve dünyevi hayatı reddetmesinden dolayı. Ve o, bu ikilemin nerede aşıldığını görecek kadar da dehâ sahibiydi: “İslâm kültürü... bizim duyularımıza ve zevklerimize Roma ve Yunan'dan daha uygun... kaynaklarını soylu dürtülerden alıyordu... zira o, hayata Evet diyordu...”87 Diğer bir deyişle o, (Tanrı/insan, beden/ruh, iyi/kötü gibi) zıt çiftlerin İslâm'da kökten farklı bir tarzda düzenlendiklerini ve bedenin haklarının, en az ruhun hakları kadar dikkate alındığını görmüştü. Biraz daha zamanı olsaydı, kendisinin de aramakta olduğu “değerlere öte-değer biçme”nin (transvaluation), sadece İslâm'da mevcut olduğunun farkına varabilirdi. Çünkü aslında o, bütün değerleri ortadan kaldırmaya çalışmıyordu. Daha çok, bütün yalancılığı, çelişkileri ve ikiyüzlülüğü ile geleneksel ahlâkı aşmak istiyordu. Özellikle de Hıristiyanlık”taki hayır (iyi) ve şer kavramlarının ötesine gitmek arzusundaydı; Hıristiyanlık'taki anlamıyla “şer” kavramı, İslâm'da asla bulunmamıştır. (İslâmiyet'te “şer,” zayıftır ve onu yenmek çok zor değildir; Hıristiyanlık'ın “şer”ri ise, evrensel bir güce sahiptir ve Tanrı'yı (İsâ'yı) bile yenebilir. Orada da hayır/iyi zayıftır.|
BELLİ BİR HÜKÜMDARA BİR GÜN, BİLGE İNSANLARIN VARLIĞI HABER VERİLMİŞ. SULTAN DAHA ÖNCE BUNLARI HİÇ İŞİTMEMİŞ. ÇOK ZEKİ VE HER KONUDA KENDİSİNE YOL GÖSTEREN VEZİRİNE: “BİLGİN İLE BİLGE, ÂLİM İLE ÂRİF, BiLİM ADAMI İLE HİKMET SAHİBİ ARASINDA NE FARK VAR?” DİYE SORMUŞ. “EFENDİM” DEMİŞ VEZİR, “BUNU ANLAMANIN EN İYİ YOLU, İLGİLİ GRUPLARI EYLEM
Nefse asla genişlik verme, müsamaha gösterme. Onun isteklerine uyma. İşte o zaman felah bulur, kurtulursun. Onun yüzüne hiçbir zaman gülme. Bin sözünden ancak bir tanesine cevap ver. Tâ ki ahlâkça güzelleşinceye, sükünet buluncaya ve kani (kanaat sahibi) oluncaya kadar. Eğer senden zevklerle ve hevai arzularla ilgili bir şey isterse, hep ileriye at, tehir et (ertele) ve kendisine de ki: “Heveslerini cennete sakla!” Onu, mahrumiyetin acılığına sabrettir. ... Abdulkadir-i Geylani(k.s)
Jean-Paul Sartre, ateist olmasına karşın, inancın ölümü ile insan ruhunda açılan “Tanrı şeklindeki delik”ten söz ediyordu. Fakat o, olsa da olmasa da, Tanrı'yı reddetmeyi gerekli gördü; zira ona göre Tanrı düşüncesi, insan özgürlüğünü olumsuzluyordu; ki tabii, Nietzsche'nin sorunu da buydu. (Oysa durum bunun tam tersidir; çünkü Tanrı mutlak özgürlüktür ve ona yaklaşmak, bizi özgür kılar.) Bununla birlikte buradaki kritik soru, hürriyetin ne için olduğudur. Tanrı'nın kuralları “iyiyi emretmek ve kötüyü yasaklamak”129 ise, daha çok hürriyet isterken, kötülük için hürriyetten başka bir şey mi istemiş oluyoruz? Serbest bırakılan kötülükten hangi iyiliğin türemesi söz konusudur? Eğer insanın özgürlüğü iyiliğe hizmet etmeyecekse, bunun nasıl bir değeri olabilir? Biz Hitler'in yaptığı gibi altı milyonun katları olan sayıda insanı veya Stalin'in yaptığı gibi on milyonlarca kişiyi öldürme hürriyeti mi istiyoruz? Daha küçük çaptaki kötülükler, sadece daha küçük diye kötü olmaktan kurtulmuş mu oluyorlar? Anlatmaya söz bulamadığımız bu isimsiz vahşetler, sayısız daha küçük kötülüğün bir araya gelmiş şekli değil midir? Bir kişi soyutlamalarla örülü bir kozanın içinde yaşarsa, böyle küçük şeyleri gözden kaçırması çok kolaydır. “Tanrı şeklindeki delik” te yine ancak Tanrı tarafından doldurulabilir, daha küçük hiçbir şey işe yaramaz.
Açıkça yanlış olduğu baştan belliyse, nihilist bir felsefenin darmadağın edici sonuçlarına niçin katlanalım? Ölümcül hata, şurada yapılıyor: Darwinci evrim düşüncesinin avukatları, (kendilerinden önce Hume ve Nietzsche'nin yaptığı gibi) rastlantıyı bir tanrı seviyesine yükseltiyorlar. Jacgues Monod da böyledir: “Canlıküredeki bütün yeniliklerin, bütün yaratıkların tek kaynağı, rastlantıdır. Tamamen özgür ama bilinçsiz olan salt tesadüf, yaratılışın muazzam yapısının tam kökünde bulunmaktadır.” Ancak işte bu “rastlantı” kelimesi, bize hissettirmeden, evren hakkında bir değer yargısını dayatmaktadır: bu evrendeki olguların hiçbir sebep olmaksızın olabileceğini imâ etmektedir. Öyleyse Darwin'in öğrencilerinin, onun kavramlarından anlamsızlığı üretmelerinde şaşılacak bir taraf yoktur: Onlar ilk başta ekilenden fazlasını biçmiyorlar. (Rastgele evrimleşmenin matematiksel açıdan mantıksızlığı, hatta imkânsızlığı, bu kitabın çerçevesi dışındadır. Bu konuyla ilgilenen okuyuculara, matematikçi David Berlinski'nin” yazıları gösterilebilir. Özetle ifade etmek gerekirse, bir tek biyolojik molekülü bile tesadüfen oluşturabilmek için, evrene neredeyse sonsuz zaman gereklidir.)
58 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.