Özür dilerim" dedi. "Şimdi dikkatimizi dağıtmayalım. Okuduğun yazarların ortak paydası güzel, soğuk metinler yazmaları; bu metinlerde eksiklerle dolu kendi hayatları merkezde, aynı zamanda sanki yaşamın ta kendisinin koşullarını tanımlıyorlarmış gibi davranıyorlar. Ama öyle yapmıyorlar, yaşamın koşulları umurlarında bile değil ve işin aslı sadece kendi konumlarıyla ilgililer. İnsanın bunları görmesi için belki de yaşının ilerlemesi gerekiyor, bu yüzden seni pek suçlamıyorum, bunu göremeyen çok. Aslında biraz dengesiz bir kitap koleksiyonun olsa bu hiç sorun olmazdı. Ama seninki öyle değil Kulpe, peki sende fazladan ne var? Evet, sende soykırım edebiyatı var. Her türlüsünden, her yönüyle katliamlar seni cezbediyor gibi, ağırlıklı olarak Belçika Kongosu olmak üzere koloni savaşlarından tut, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'na kadar, Yahudi Soykırımı hakkında neredeyse yetmiş santimetre kitap var, sonra Sovyetler'in iç terörü, Rwanda, Srebrenica, her şey dahil. Sen soykırımlara bayılıyorsun Kulpe."
Nina bir zamanlar, belki on beş yıl önce Umberto Eco'nun Foucault Sarkacı kitabını okurken zorlandığını hatırlarken sarkaç sallanmaya devam etti. Birkaç sayfası kalmıştı, tüm şeytani dalavereler nihayet ortaya dökülecekti. Kitap fena sayılmazdı ama tam bir baş belasıydı, ayrıca çok uzundu ve Nina ondan kurtulmayı dört gözle beklemişti. Son sayfaları bir partiden eve döndüğünde okumuştu, uyuyamamıştı. Ertesi gün hiçbir şey hatırlamıyordu, asla dinlenmeyen sarkacın önünde, kitabın sonunu yeniden okumaya hiç niyeti olmadığını anladığında hissettiği özgürleştirici duyguyu hatırladı şimdi. Hasetlik yapıyordu! Eco gününü görmüştü işte, profesör maaşı, özgürlüğü ve konumuyla her işi zaten tıkırında olan ama yine de kendiyle dopdolu olduğundan bilgisiyle insanları etkilemesi ve birbiri ardına uluslararası çoksatarları yazması gereken Eco.