XIX. yüzyılın ilk yarısında (1827), Türklerin işlettiği kahvelerin İstanbul'da ve İzmir'de çok az olduğunu belirten bir yabancı, buna karşılık berber dükkanlarının çok sayıda olduğunu söyler; çünkü bunların birçoğu gizli bir kahvehaneyi saklamak için açılan berber dükkanlarıymış. Bu dükkanlara, kahve nargile, çay içmek için gelenler, saç sakal tıraşı için gelenlerden daha çokmuş. Ayrıca birçok kahvehanenin sahibi yeniçerilerdi ve II.Mahmut Yeniçerileri ortadan kaldırdığında çok sayıda kahvehaneyi kapatmıştı. Kahvehanesi olan her yeniçeri, oraya kendi ortası'nın armasını asardı. II.Mahmut bu izleri de ortadan kaldırmak için birçok kahveyi de yıktırdı.
Türkiye'de kahvehanelerin ilk açılışı XVI.yüzyılın ikinci yarısına rastlar. Peçevi bunların açılış tarihi için 1554/5 (H.962) yılını, Gelibolulu Ali ise 1552/3 (H.960) yılını verir. Peçevi'ye göre, bu tarihlere gelinceye dek İstanbul'da ve bütün ''Rum Diyarı'nda'' kahve ve kahvehane yoktu. Halep'ten Hakem adında bir adam ve Şam'dan Şems adında biri gelerek Tahtakale'de bir büyük kahvehane açmışlardır. Bu kahvehanelere önce okumayı seven, keyif ehli kişiler gelmiş, buralarda kitap ve gazete okunmuş, tavla, satranç, dama gibi oyunlar oynanmış ve sık sık da meddahların hikaye anlattıkları bir yer olmuştur. Ancak sonradan bu kahvehanelere işi gücü olmayanlar da dolunca, kahvehaneler semtlere ve oraya gelen kimselerin toplumsal ve ekonomik durumuna göre, özelliklerini kazanmışlardır. Ali, bu kahvehanelerin açılmasıyla, oraların bir yandan saygın kişiler, öbür yandan da serseriler ile dolduğunu bellirtir.
Hükümdar saraylarındaki siyerciler önce Peygamberin gazalarından kesitler okuyan kişilerdi, ama sonradan din dışı konulara ağırlık verdiklerinden bunlara kıssahan denilmeye de başlandı. Giderek bu yöneliş, toplumsal değişimlerin etkisiyle güncel olaylara değinen, günlük yaşayıştan kesitler veren ve günlük gerekçi sahneleri işleyen bir eğilim içine girdi ve sonunda dinleyenlerde daha çok ilgi uyandırmak için taklitleri kapsayan, oyunculuğa yakın bir görünüm aldı.
Başlarda tamamen dinsel bir nitelik gösteren meddahlık Araplardan Türklere geçtiğinde, Türklerin halk hikayecilerinin özellikleri ile kaynaşmış ve daha çok din dışı, güncel, insan yaşamı ile ilgili hikayeleri, fırkaları ve kahramanlık destanlarını içermiştir. Araplarda peygamberin ve yakınlarının övgüsü ve İslam kültürü içinde çok önemli bir yeri olan meddah, giderek halifelerin, padişahların övgücüsü, daha sonra da yalnızca hikayeler anlatan bir sanatçı durumunu almıştır.