Ben de o Nikaragualılar'ı dinledim, evlerini anlattılar, ta oraları, eski bir general varmış, sabahtan akşama kadar ormanda bir yerlerde yatıp kalkıyormuş, adam basıp gitmesin diye bir yere yemeğini ayağına götürüyorlarmış, kıpırdayan bir şey gördü mü basıyormuş tetiğe, cephanesi bitince cephane de götürüyorlarmış, bunun askerleri de kuşatmış ormanı, onlar da aynı, yaprakların arasında bir şey mi kıpırdadı, sınırda bir şey mi oynadı, rengi ağaçların rengine benzemeyen bir şey mi gördüler ya da hiç kıpırdamayan bir şey mi var ağaçlar gibi, sıkıyorlarmış kurşunu, onlar anlattı ben dinledim, ben anlattım onlar dinledi, sonra dedim ki kendime: her yer aynı bok, kıçına tekmeyi basmalarına izin verdikçe daha çok yabancısın, onlar orda geberip gidicek, ben burada - kıpırdamak isteyenler, dağlarda, göl kenarlarında, ormanlarda saklanıyor oralarda, sonra geliyor bir general askeriyle, basıyorlar dağları, gölleri, dalıyorlar ormanlara, sıkıyorlar kurşunu kim kıpırdadıysa, asıl da rengi başka olanlara sıkıyorlar, ağaçların, taşların, suyun renginden başka olanlara, onlar gibi kıpırdamayanlara sıkıyorlar asıl