Haydarpaşa Garı, Berlin'den Filistin'e gönderilecek asker, silah ve cephanenin toplandığı ve trenlerle sevk edildiği merkezdi. Yığınla silah ve cephane Haydarpaşa Garı'nda toplanmış, sevk edileceği günü beklemekteydi.
Aslında İstanbul 1917-1918 yıllarında fiilen bir "Alman işgali" altındaydı. Her tarafta Alman subayların sözü geçiyor, Alman Genelkurmayı adeta İstanbul'a hükmediyordu. Hatta kimi mahfillerde savaş kazanılırsa İstanbul'un Almanya'nın banliyösü olacağı bile konuşuluyordu.
Tam da sakınılan göze çöp batar misali, Almanların ana karargahı olan Haydarpaşa Garı'nda o korkunç patlama gerçekleşecek, ölenler, yaralananlar olacak, peş peşe infilaklar İstanbulluların yüreklerini ağızlarına getirecek, tahrip olan Gar binası, aylarca o harap yüzüyle vapur yolcularının yüreklerini dağlayacaktı.
İyi de kimin işiydi bu patlama? İstanbul'un göbeğindeki bu saldırı, İngilizler tarafından yapıldıysa bile mantıklı bir açıklaması olmalı değil miydi? Hedefi saptırmak isteyenler bir İngiliz uçağının bomba attığını söylüyordu ama uçağı gören eden yoktu. Filistin'de cephane bekleyen Mehmetçiğin umutları biraz daha kararırken, basına sansür uygulanması kimin işine yarayacaktı?
Nihayet bir gün olay aydınlandı. Patlama, İngilizler tarafından değil, Fransızlar tarafından gerçekleştirilmişti. Ama nasıl? Dışarıda bir sabotajla değil, içeriden bir ihanetle.
O gün bugündür rahat yüzü görmemiş olan Gazze'yi 7 Kasım 1917 günü işgal etti İngilizler. Tesadüfe bakın ki, İngilizler Gazze'ye girmek üzere iken Dışişleri Bakanları Balfour, "topraksız millet" dediği Yahudilere, "milletsiz toprak" olan Filistin'de bir 'yurt' verileceğini ilan ediyordu. Arthur Koestler'in dediği gibi, "Bir millet, ikinci millete, üçüncü milletin toprağını veriyordu." Dünya tarihinde eşi görülmemiş garip bir mantıkla kurulmuş bu yapay devletin feci bedellerini ne yazık ki 'ikinci millet', yani Filistinliler ödemeye mahkum edilmişti.
İhtilalin başı olan Org. Cemal Gürsel ve Genelkurmay Başkanı Org. Cevdet Sunay yeni bir rezalet çıkmasını ancak İsmet İnönü'nün Başbakanlığında bir koalisyon hükümeti kurulması formülüyle aşabildiler. İşte komutanların nezaretinde liderlere silah zoruyla imzalatılan "Çankaya Protokolü" demokrasi tarihimizin en kara sayfalarından biridir.
Nihayet 25 Ekim 1961'de açılan Meclisin milletvekilleri ve senatörler yeminlerini ettikten sonraki ilk işi, tek aday olan Cemal Gürsel'i Cumhurbaşkanlığına seçmek, onun da ilk işi, azınlık olmasına rağmen silah zoruyla ikna edilen partilerden destek alarak hükümeti kurmak üzere İsmet İnönü'yü görevlendirmek olmuştu.
(Özet bana ait ama bilgiler tamamen Karabekir Paşa'nın kitaplarından derlenmiştir;
kaynaklarını gerek gördükçe vereceğim).
İstiklal Harbi yapmak fikrini ilk önce ortaya koyan ben idim. İlk önce 29 Kasım 1918'de İstanbul'da Zeyrek'te Süleymaniye Camii'ne nezareti olan(bakan) ağabeyimin evinin bahçesinde bu meseleyi İsmet Bey'e (İnönü'ye) açtım. Münakaşalar yaptık.
Birlikte Osmanlı kabinesine girmek karar ve mesaisinde olan Mustafa Kemal Paşa' ya da Şark'a hareketim sırasında, 11 Nisan 1919'da Şişli'deki evlerinde, İstiklal Harbi yapmak lüzumunu ve planımı bildirerek, Anadolu'ya gelmesini teklif ettim. Uzun münakaşalar yaptık.
Nihayet 12 Nisan 1919'da İstanbul'dan hareket ederek Milli Mücadele' yi bizzat başlattım. "Siyasi ve askeri planlarını tespit ettim."
Bir hafta sonra 19 Nisan'da Trabzon'a çıktım. İzmir'in işgali üzerine ilk mitingi Trabzon'da düzenlettim, daha o sıralarda Mustafa Kemal Paşa Samsun'a bile çıkmış değildi.
Nitekim TBMM tutanaklarını okuduğunuzda milletvekillerinin İkinci İnönü zaferini Fevzi Çakmak'ın kazandığından söz ettiklerini görüp iyice şaşırırsınız. İsmet Paşa da zafer üzerine çektiği bir telgrafında 'yüksek stratejisiyle savaşı kazandıran' kişinin Fevzi Çakmak olduğunu açık seçik yazar. Bolu milletvekili Yusuf İzzet Efendi zaferi Fevzi Paşa hazretlerine borçlu olduklarını açıkça beyan eder.
Gariptir, tutanaklarda İsmet Paşa'nın ismi hiç geçmez. Herkes Fevzi Paşa'yı kutlar;hatta Fevzi Çakmak Paşa bu zaferinden dolayı terfi bile etmiş, Ferik olmuştur.