Bergson : "Ruhu yüceltmeyen ve güçlendirmeyen bir sanata gerçekten büyük sanat denilemez ve Yitik Zamanın İzinde'nin yaptığı da hiç kuşkusuz bu değildir."
Cevaben Poust:
Gerçek şu ki Proust da Bergson'u zor durumda bırakmayacak kadar nazikti. Yukarda değindiğim söyleşiden bir bölüm: .. "Bergsoncu romanlar" demekten de hiç utanç duymazdım, eğer inansaydım buna, çünkü her çağda edebiyat kendini o günün geçerli felsefesine bağlamaya çalışır.. çünkü benim yapıtım istençdışı bellek ile istençli bellek arasındaki farkın egemenliği altındadır; oysa Mösyö Bergson'un felsefesinde bu fark sadece hiç ortaya çıkmamakla kalmaz, o felsefe ile arasında bir çelişki bile vardır.
"İnsan ömrü boyunca yalan söyler," diye yazar Proust, "Esas olarak kendisini sevenlere ve en çok da horgörüsü insana en büyük acıyı verecek olan o yabancıya - kendisine."
__
Dünün emelleri dünkü ego için geçerliydi, bugünkü için değil.
...
Hiç duraksamadan "erişme" adını verdiğimiz şeyin boşluğu bizi hayal kırıklığına uğratır. Ama nedir erişme? Öznenin kendi arzusunun nesnesiyle bir olması. Özne, oraya gelirken, ölmüştür - hem de belki birçok kez.
(Proust’ta kara kedilere ve sadık köpeklere rastlanmaz.)
"Kişinin kendi yaşamını insani ve asalakça bir uzuvlanışla desteklemek adına yitirdiği zamana" yazıklanır.
Geçmiş, üstesinden gelinemeyecek, sindirilemeyecek bir katılık olarak belirir burada ve "bizi" yapısal bir geç kalmışlık konumunda bırakır (kendi doğumumuzda hazır değildik, ölümümüzde de bulunamayacağız).
Saatlerden ve günlerden kaçış yoktur. Ne yarından ne dünden. Dünden kaçış yoktur çünkü dün bizi çarpıtmıştır... Çarpılma gerçekleşmiştir. Dün, aşılmış bir kilometre taşı değil, yılların aşınmış yolunda bir gün taşıdır ve onulmaz biçimde parçamız olmuştur, içimizdedir, ağır ve tehlikeli.
İnsan anlaşılmayı istiyordur çünkü sevilmeyi istiyordur, sevilmeyi istiyordur çünkü seviyordur. ötekilerden gelen anlayış bizi ilgilendirmez ve aşkları da bir tacizdir.
"İnsan," der Proust, "Yüzeyine eklemeler yapılabilecek bir bina değil, gövdesi ve yaprakları kendi özsuyunun ifadesi olan bir ağaçtır."
Yalnızız. Bilemeyiz ve bilinemeyiz.
"İnsan, kendi içinden dışarıya gelemeyen yaratıktır, başkalarını sadece kendi içinde bilen ve tersini iddia ettiğinde de yalan söylemiş olan yaratık."
Eğer alışkanlık diye bir şey olmasaydı, yaşam da her an ölüm tehdidi altında olan herkese, başka bir deyişle bütün insan soyuna, zorunlu olarak çok lezzetli gelirdi.
Varolmanın acısı: Bütün yetilerin özgürce devinmesidir bu. Çünkü alışkanlığın öldürücü adanmışlığı dikkatimizi felce uğratıyor, yardımlarına o kadar mutlak biçimde muhtaç da olmadığımız o algı ebelerini uyuşturuyordur.
"İnsan, tümüyle sahip olmadığı şeye âşıktır sadece."
__
Bütünlük talebimizi temsil eder aşk. Başlaması ve devam etmesi, bir şeyin eksik olduğu bilincine işaret eder, ...
İrade-dışı bellek patlayıcıdır, "apansız, topyekûn ve lezzetli bir parlama."
Sadece geçmiş nesneyi değil, büyülenen ya da azap çeken Lazarus'u da geri getirir; sadece nesneyi ve Lazarus'u değil, daha çoğunu çünkü daha azını geri verir; daha çoğunu -çünkü yararlıyı, uygun düşeni, rastlansal olanı soyutlayıp dışarda bırakır;
çünkü tutuşurken Alışkanlığı ve bütün işlerini de yakıp yok etmiş ve parlayışıyla deneyimin uyduruk gerçekliğinin hiç bir zaman gösteremeyeceği ve göstermek istemediği şeyi açığa çıkarmıştır: Gerçek.
Ne var ki başına buyruk bir sihirbazdır irade-dışı bellek, çağrılara cevap vermez. Mucizesini gerçekleştireceği tarih ve yeri kendi seçer.
Proust'ta bu mucizenin kaç kez gerçekleştiğini bilmiyorum. Galiba on iki ya da on üç kez. Ama ilki -bisküvinin çaya batırılmasıyla ilgili ünlü epizot- bütün kitabının irade-dışı belleğe ve onun eylemlerinin destanına adanmış bir anıt olduğu iddiasını haklı çıkarmaya yeter.