Gece soğuktu. Samatya'nın dar sokakları ölü gibi uzanıyordu önümüzde. Denize göğüs vermiş, bakımsız, eski evlerin kaderini, beklenen meşhur Marmara depremi belirleyecekti.
Hem ölümden ödünüz patlar, miraslarını afiyetle yediğiniz ana babalarınızın mezarlarını ziyaret etmek akıllarınıza bile gelmez hem de cinayet görmek için dayanılmaz bir istek duyarsınız.
Saçma bir namus cinayeti daha zavallı bir kadının ölümüyle sonuçlanmıştı. Büyük bir olasılıkla kardeşi de kan davasına kurban gidecekti. Eninde sonunda gidecekti. Artık bunlara alışmıştım. Yadırgamıyordum. Onlar öldürüldükçe, ben onları bulup içeri tıkacaktım. Ölen zavallılar için en azından bunu yapabilirdim.
Yoksullukla ve göçlerle yorulmuş, suçun yuvası haline gelmiş, her an üzerimize yıkılacakmış gibi duran eski evlerden oluşan bu semt, gündüzleri pislik, geceleri kan kokuyordu.
Hafta sonu şehir gene uyumamıştı. Yaralama, gasp, soygun, kapkaç, rakamlar giderek büyüyordu. Şehir ve suç! Ayrılmaz bir parçaydılar. Şehir suçsuz, suç şehirsiz yapamıyordu.