Savaşın ve Şiddetin Sosyolojisi

Sinisa Malesevic

Savaşın ve Şiddetin Sosyolojisi Gönderileri

Savaşın ve Şiddetin Sosyolojisi kitaplarını, Savaşın ve Şiddetin Sosyolojisi sözleri ve alıntılarını, Savaşın ve Şiddetin Sosyolojisi yazarlarını, Savaşın ve Şiddetin Sosyolojisi yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Antik savaşmanın popüler çağdaş imgeleri sıklıkla kazanan tarafın ürettiği temelde yanlış savaş anlatılarına dayanmaktadır. Örneğin Firavun II. Thutmose'un Mısırlı ordusu ve Kral 1. Kadesh'in yönettiği Kenan koalisyon güçleri arasında yapılan meşhur Meggido muharebesi (MÖ on beşinci yüzyıl) çağdaşlar tarafından milyonlarca adam ve yüzlerce savaş arabasının katıldığı bir savaş gibi tasvir edildi. Aslında tarihi kayıtların gösterdiği gibi bu savaş “83 ölü ve 340 esirle hepi topu bir hengâme'dir (Eckhardt 1992: 30).
Mezopotamya ve diğer ilk uygarlıklara ait korunmuş çoğu tarihi belge pre-modern dünyanın kolayca dev bir savaş alanından ibaret olduğunu izlenimi uyandırabilecek çeşitli askeri sefer ve savaşların kaydından oluşuyor. Ancak bu, durumu fazla basite indirgemek olurdu. Baskıcı güç hem makro-yapısal hem de mikro-etkileşim düzeylerinde gündelik yaşamın önemli bir bileşeni olmasına rağmen insanların ilkçağda diğer tarihi devirlere göre daha vahşi ve savaşa meyilli olduklarını iddia etmek zor. Örneğin düzenli olarak başarılı savaş lordlarının askeri imgeleriyle betimlenen firavunların toplam dini ve politik gücüne rağmen antik Mısır erken dönem tarihinin çoğunda (Eski ve Orta Krallıklar) istikrarlı, düzenli ve bazı açılardan huzurlu bir imparatorluktu. Mann (1986: 109) ve Keegan'ın (1994: 130) not ettiği gibi neredeyse yedi yüzyıl boyunca ancak birkaç kolektif şiddet örneği bulunabilir: yalnızca “biraz dâhili askeri zihniyet, yaygınlaşan isyanların bastırılması, kölelik veya yasal olarak dayatılan statüler” ve “dışarıdan gelen tehditlere kayıtsızlık”.
Reklam
Arkeolojik kanıtlar ilk yerleşimlerin sağlamlaştırılmadığını ve saldırılara karşı düzgün bir şekilde savunulamayacak bölgelerde kurulduğunu gösteriyor. Orta Paleolitik dönemden öncesinde insan mezarlığı olduğuna dair kanıt (Guilaine ve Zammit 2005: 41) ve bu yüzden savaşma bir yana öfke cinayetinin varlığına işaret edecek iskelet kalıntısı bulunmuyor. Basitçe söylemek gerekirse prehistorik insanlar muhtemelen güdü, çıkar ve arzularında sonraki insanlardan farklı değildi. Farklı olan yapısal koşullardı: İlk insanlarin uzatmalı şiddet çatışmalarının sürdürülebileceği daha geniş ve uyumlu toplumsal şebekeler oluşturmasına imkân verebilecek teknoloji, okuryazarlık, toplumsal tabakalaşma ve her şeyden önce toplumsal örgütlenme olmayışı. Dolayısıyla “prehistorik savaşma'”nın “ilkel savaş”ı gibi popüler kavramlar hiç kuşku yok ki yanlış adlandırmalardır çünkü toplumsal savaşma kurumu ancak uygarlığın doğuşuyla ortaya çıkmıştır.
Tarihi olarak bakarsak neredeyse evrensel olmasına rağmen, savaş oldukça geç bir gelişmedir. Savaşmayı saldırganlık ve kavgayla birleştiren yeni-Darwinci görüşler dikkate alınmasa bile çoğu sosyal bilimci ve arkeolog Paleolitik dönemin sonu ve Mezolitik dönemin başından önce savaş için uygun yapısal koşulların olmadığı konusunda hemfikirdir.
Savaşın ve şiddetin yaygın temsilleri aynı anda her yerde olabilme ve kaçınılmazlık özelliğini vurgulamaya eğilimlidir. Ortaokul tarih ders kitaplarından Hollywood'un gişe rekortmenlerine kadar savaşmak insan türünün ortaya çıkışının bile öncesine dayanan, doğuştan gelen ve eski çağlara özgü bir fenomen olarak tasvir edilmiştir. Bir eleştirmenin sözlerinde savaş “insanlığın kendisi kadar ya da ondan daha yaşlı” (Low 1993: 13) olarak tanımlanmıştır. Yine de ne savaş ne de şiddet insanlara doğal yollardan gelmemiştir. Öldürme, ölme ve diğer şiddet eylemleri üzerine on yıllardır yapılan araştırmalar türümüzün şiddet kullanımında iyi olmadığı gibi psikolojik olarak da huzursuz edici olduğunu göstermiştir (Holmes 1985; Grossman 1996; Bourke 2000; Collins 2008). İnsanlar genel olarak şiddet eylemlerinden kaçınmaya eğilimli olmakla kalmaz (çoğu mikro düzeydeki kavgalar kabadayılık taslamaktan öteye geçmez), ayrıca Hobbesçu, herkesin herkese karşı savaşma imgesi de deneysel olarak imkânsızdır (Collins 2008). Şiddetin sıklıkla kaotik, bulaşıcı ve genelde doğaçlama olduğuna dair yaygın kanıya rağmen çoğu şiddet eylemi azımsanamayacak düzeyde bir örgütlenme gerektirir. Üstelik savaşma insanın varolusunun ilkel ve icsel bir özelliği degil, tarih sahnesine oldukca geç çikmiş bir kurumdur.
Modern çağda nefret edilen bir şey olarak algılanıyor olsa da şiddet her zaman toplumsal ve politik yaşamın ayrılmaz bir parçası olmuştur. Modern devletler başarılı bir şekilde şiddeti tekelleştirmeyi ve dolayısıyla fiilen görünmez kılmayı başarmış olsa da şiddet eylemini ortadan kaldırmamışlardır. Aksine ulus-devletlerin, kendi toplumlarında olduğu kadar uluslararası jeopolitik arenada en önde gelen politik aktörlere dönüşerek modernitede edindiği muazzam gücün asıl kaynağı şiddet kontrolü üzerindeki bu büyük oranda tartışmasız tekeldir.
Reklam
Adalet, eşitlik ve kardeşlik diline sinmiş ve “gerçek” üzerindeki tekelle desteklenen modern ideolojik anlatılar başlangıçta imkânsız görünen bir şeyi meşrulaştırma ve duruma göre ayarlamakta ustadır: insanların özgürlüğü adına binlerce Fransız devrimcisini giyotinden geçirmek, emekçi eşitliğini savunurken milyonlarca Sovyet işçisini gulaglara göndermek, liberal demokrasi adına yüz binlerce Japon sivilin üstüne nükleer bomba atmak ya da çağdaş Afganistan, Pakistan veya Irak'ta ümmetin evrensel kardeşliği için dua eden binlerce Müslüman insanı öldürmek. Tek tek insan hayatı ilkesel olarak kutsal olsa da işin ucunda ideolojik amaçlar olduğunda hiçbir bedel yüksek olmuyor:
Modern ideolojik öğretiler kapsayıcı evrenselci kolektif dayanışma retoriğiyle en aşırı şiddet formlarını meşrulaştırabilecek en etkin ama aynı zaman da en tavizsiz toplumsal grup seferberliği mekanizmasıni sağlar (Maleğevie 2006). Nihai seküler gerçeklerin sahipleri mutaassıp erdem engellerinden kurtulup modern devletin kurumsal yapıları ve kitlesel teçhizatıyla donandığı için ideolojiler eşzamanlı olarak hem kolektif eylemin güçlü seferber edicileri hem de o eylemin meşrulaştırıcıları olarak ortaya çıkıyor. Yine de şiddet sıradan insan toplumsullaşmasının zerresine bile karşı olduğu için zorlayıcı toplumsal gerekçe araçları gerektirir. Kendini yansıtan modern insanlar insan yaşamını bütün seleflerinden daha çok kutsayarak toplumsallaştıkları halde bir yandan da kitlesel katliamların gerekçelendirilmesi için daha güçlü anlatılara yani ideolojik öğretilere sahiptir. Başka bir diyişle şiddet kapsama ile dışlamayı, eşit yaklaşım ile ayrımcılığı, dürüstlük ile bağnazlığı ve evrenselci insani ahlak ilkeleriyle diğer insanların kitlesel katlini uzlaştırabilecek ideolojik öğretilerle beslenir.
Aydınlanmanın yeni çağın içinde şiddet olmayan çıkar ve değerler çatışmasının rasyonel tartışma, diyalog ve tartışmalarla uzlaşıma vardığı bir dünya getireceğine dair umut ve arzularına rağmen modernite kayıtlı tarihin en vahşi devresi oldu.
Modern ulus-devletlerdeki (Batıdaki) politik amaçlarının peşindeki yöneticilerin şiddet kullanımlarında kurumsal olarak sınırlandırıldığı gerçeği şiddetin moderniteyle yok olduğu anlamına gelmez. Bunun yerine Poggi'nin (2001: 53) iddia ettiği gibi “siyasi sistemin icra aracı olarak şiddet kullanabilme üstünlüğü olduğu kurumsallaşma sayesinde varsayılıp arka planda korunmuştur ... |vel dolayısıyla bu şekilde yerleşen toplumsal koşullar nedensiz ve kaba şiddetin ürünüdür, her ne kadar nadiren uygulansa da”. Poggi (2004: 99) Hintzeci ve Oppenheimercı analizi benimseyerek modem devlet yapma sürecini evrilen savaşma prizmasından anlamaya çalışır: “Modern devlet en başından beri aslında savaş yapma tasarısıyla şekillenmiştir ve öncelikli olarak askeri kudretini oluşturup korumakla ilgilenir.” Poggi'nin açıkla” ması şiddeti hem toplumsal gücün hem de devlet inşasının temel bir özelliği olarak vurgulamasıyla klasik militarist toplumsal düşünce geleneğiyle içinden çıkılmayacak derecede yakından bağlantılıdır.
46 öğeden 21 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.