Sinema tarihçiliği başka şeydir, eleştirmenlik başka. Bizim zamanımızda sinema eleştirmenliği aranılan bir cevher değildi. Laf kıtlığında asma budayanlar başköşeye kondu.
Zamanın alaşağı ettiği bir insan olduğunu, dünyanın en doğal hakikatiymişçesine, duruma bir dram havası katmaksızın söyleyip duruyordu. Zaman insanı sadece fiziksel açıdan hırpalar, işin geri kalanını çoğunlukla kendimiz tamamlarız.
İçki konusunda da eli açıktı. “Asaf Bey," dedim bir gün. "Ağır ağır intihar ediyorsunuz. Bilmem fakında mısınız?" "Öyle Erman Beyciğim, hakkıâliniz var. Bu işin hızlısı fazla kolay olurdu. İntiharı değerli kılan bunu bir ömür boyu sürdürebilmektir." Bir bilgeydi Asaf Onur. Hastalıklı bir bilge. Öte yandan Orhan'ın hikâyesine Nedim'inki, derken Nedim'inkine Asaf Bey'in patetik kişiliği eklene eklene bende bütün bu olup bitenleri bir romana dönüştürme isteği tutuştu. Üstelik kendimle ters düşmek uğruna. Gerçek hayat hikâyelerinden köşe bucak kaçan hatta bundan neredeyse tiksinti duyan, kurmacayı hayata karşı kutsayan ben, şimdi bu yaptığımı açıklayacak söz bulamıyorum. Hadiselerin ortasında birbirlerine tuzak kurmak ve çırpınmaktan ibaret talihleriyle oradan oraya sürüklenen insanları anlamak benim için hayli müşkül. Kendi yarattığım bir kurmacanın kahramanları olmadıkları için onlara sözümü geçirme şansım -ki o durumda bile her fırsatta isyan ederler- yok. Onları şıp diye özdeşleşebileceğiniz sevimli, havalı, asi yahut erdemli kahramanlara dönüştürme özgürlüğüm de dolayısıyla yok. Hoş, insan sahiden özdeşleşilecek kadar ayrıcalıklı bir varlık mıdır, bu da ayrı mesele.
Benim gibi nesli tükendi tükeneceklerin huzura kavuşma arzusuyla bir iki saat kaçamak için kapısını çaldığı iki renkten müteşekkil eski dünya, kim bilir ne zamandır Asaf Bey'in bütün mesaisini alıyordu.
İstanbul'un salavat getirten yokuşlarından birine vurduk fakat şehrin o sinsi sıcağında kıçımızdan damlayan tere değdi, Boğaz manzarası denilen mucizeyi locadan gladyatör dövüşü izler gibi temaşa ettik.
Dehşetli bir kız, gitmiş iğnesini yapmış. Adamı iki üç gün sonra gömmüşler. Gazeteleri boş ver, dedi. Televizyonu da geç. Birileri istemedikçe hiçbir şey haber olmaz. Birileri istemedikçe katiller de bulunmaz. Burası kivi cumhuriyeti.
Sevginin abecesine aç susuz, bir yandan sevmekten tırsan, sevildiğinde kafası karışan ama güvendi mi evini bir yabancıya açabilen bir garip Orhan Durmaz. Nereden geldiği malûm. Gözünü çukurda açmış. Benim gibi sıradan adamın bir adım attığı yerde amuda kalkması lâzım ki adamdan sayılsın. Bilincinin altında yatan görüntülerden dünyanın filmi çekilir. Konusu geçti mi Yeşilçam diye gülüp geçeriz ya, işte bu çocuğun yaşadıkları gerçeğin daniskasıdır.
Ona açılmayı kuruyordum: Bak İlknur, bu sıradan günler, bilesin ki benim için nimettir. Seninle konuşmak, o narin ellerinden kahve içmek, sana kahvaltı hazırlamak, yüzünü biraz olsun güldürmek nimettir benim için, saadettir, buruk bir saadettir çünkü seni görmek eşittir Orhan'ı hatırlamak. Zaten onu unutabilir miyiz? Her akşam bir mucize bekliyordum. Kapımı tıklatacaktı, "Nedim," diyecekti, “uyuyor musun?" "Hayır," diyecektim, "seni düşünmekten nefes bile alamıyorum." Birbirimize sarılacaktık, o eşarbı başına kendi ellerimle bağlayacaktım ki sapıtıp kıza yeşillenmeyeyim. Orhan'ın ruhunu muzdarip etmemek adına sadece divana oturtup puta tapar gibi yüzünü seyredecektim.