Şiir, anlamdan hâle, hâlden anlama açılan bir deliktir. O deliği açmayı beceremeyenler -ki açılması hiç de kolay değildir-bir tarafta kalarak "çalışmaya" devam ederler. Ya anlamı rasyonelleştiren bir ”fikir şiiri" inşa eder; ya da "deneysel şiir" yazanların pek çoğunun yaptığı gibi, anlamın yokluğuna delalet eden denemeler yaparlar. Hâlbuki anlam ile hâl, bîr vakum gibidir o delikte. Birisi diğerine öyle kenetlenmiştir ki, birbirinden ayırdığınızda ikisinin de zemini çöker.
Müzik, resim, mimari, film gibi sanatların şiire açıldığı vakum tam da burasıdır. Bir sanat eseri, hâl ile anlamın, ses ile sessizliğin, mânâ ile maddenin mükemmel bir terkibine kavuştuğunda şiir olur. İster bildik anlamda kelimelerle yazılan “şeylerde" olsun, ister diğer sanatların ürünlerinde, hakiki şiir çok azınlıktadır. Zira bu dengeyi sağlamak hiç kolay değildir. Bir yandan dilin hapishanesinin bağlayıcılığından kurtulmaya/firar etmeye çalışmak, diğer yandan gelenek üzerinden başka bağlayıcılıklar kurmak zorundasınızdır. Bu yüzden mesela divan şiirinin kimi bildik mazmunlarını Fuzülî, Nedim, Bâkî, Galib farklı şekil ve içeriklerle yenilemişlerdir. Gelenek, şaire verimli bir toprak bahşeder ama o topraktan yetişen çiçeklerin biricikliğine zarar vermez. Dolayısıyla Şiir, bir yandan dil hapishanesinden firar etmenin yollarını ararken, diğer yandan başka anlam hapishanelerinin gönüllü tutsağı olur.