Eskiden hatırlıyorum, ben çocukken evimize adamlar ve kadınlar gelirdi. Gelişlerinde heyecan duyar, bir şey yapacaklar, sanki mukadderatıma ait bir şeye karar verecekler sanırdım. Halbuki onlar sadece oturur, konuşur, yine gelişlerindeki manasızlıkla çıkar giderlerdi.
Her şeyin fani, vefasız oluşu, olayların üzerimizdeki izleri olan hatıraların da zamanla silinmesi, unutmak denilen o müthiş hem de kurtarıcı musibet, daha yaşarken hayat yolunda adım adım öldüğümüzü göstermiyor mu? Her şey bir hiçe doğru götürüyor sanki. Bunca varlıkların gayesi, varlıklarının hikmeti bizi bir yokluğa teslim etmekmiş.
Bizde bir kıvılcımın parlayıp sönmesini andıran bu hayat, iki hakikata dayanıyor: Ebedi olmak isteyen bir parıltı ile onu örten bir karanlık. İnsan hayatı, aşk ile ölüm arasında sürekli bir sallantıdadır. Her ikisinin dışında geçen bütün hayat varlığımız, sadece ölüme karşı koyan kuvvetleri kullanmaya yarayan alışkanlıklar serisinden fazla bir şey değildir.
Var olmak gerçek manasıyla var olmak, hareketleriyle düşüncesini sonsuzluğa istinat ettirmek demektir ve böylelikle kendi varlığını sonsuzlukta aramak demektir.
Cinsiyete bağlanan aşkın ve onda aranan içi boş, meyus tesellinin şifa vermeyişi gibi, insanın yine insanoğluna karşı yaşadığı zaferlerin karanlık, ürkütücü ve bedbaht neşesi, kainatın bütününden varlığı koparmış olmalarından ileri gelmektedir.
Eğer ben var olmak istediğim değilsem, istediğim, sözle değil, arzu ve tasavvurlarla da değil, fakat bütün kalbimle, bütün kuvvetlerimle, hareketlerimle istediğim değilsem, ben var değilim... Var olmak istemek ve sevmektir."