Ve, sonunda. Bir halk kütüphanesi'nin tozlu raflarında Yoksuların ve Şairlerin Kitabı'nın birinci cildini bulmamla başlayan bir macera, bir yolculuk da sona erdi. O gün akşamı adeta büyülenmiştim, böyle bir şairin daha önce ismini duymadığım için kendime kızıyordum bir yandan.
Nazım Hikmet'ten, Necip Fazıl'dan, Dante'den, Fuzuli'den ve daha onlarca kaynaktan beslenen bir şair. Üstelik tevazusundan, popüler mecralarda bulunmayıp, politik söylevlerden uzak durmasından ötürü de kimsenin bilmediği bir şair.
Onun şiirini onun genç şaire verdiği öğütlerden yola çıkarak şöyle tasvir edebilirim;
Sayın Cahit Koytak, gökteki yıldızları; uzayıp dağılan galaksileri, nebulaları yerlerinden söküyor; onların tozunu aldıktan ve onları güzelce parlattıktan sonra yerlerine takıyor.
Yerdeki toprağın, toprağın altındakinin, ateşin ve rüzgarın da yorgunluğunu dinlendirip; onları daha canlı, daha berrak hale getirerek yerlerine yerleştiriyor.
Böylece, yoksulların ve şairlerin şairi; milyon yıldır akan bir ırmağın, söz ırmağının parçası oluyor. Bu ırmağı izleyen bir seyirci, bu ırmağın üzerinde salınan bir sandal da değil. Bu söz ırmağının bizzat parçası.
Kendinden öncekilerden, kendinden sonrakilere.