Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Ziya Şakir'in Edirne Savunması Anıları

Kolektif

Ziya Şakir'in Edirne Savunması Anıları Sözleri ve Alıntıları

Ziya Şakir'in Edirne Savunması Anıları sözleri ve alıntılarını, Ziya Şakir'in Edirne Savunması Anıları kitap alıntılarını, Ziya Şakir'in Edirne Savunması Anıları en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
14 Şubat 1913
Siperlerden çıkıp karargâha geldiğimiz zaman öğrendik ki, kaç gündür kuru ekmek ile bazen zeytin bazen de peynir yediğimiz için, son günlerde sırf askerin midesine sıcak bir şey girsin diye peynir suyu ile at etinden kavurma yapmışlar. Daha karavananın buram buram tüten dumanlarını görür görmez neşemizden sarhoş olmuştuk ve o sarhoşlukla da karavanada ne varsa tıka basa midemize doldurmuştuk. Fakat iki saat geçmeden hepimizde dayanılmaz bir ıstırap başladı. Karargâh, adeta bir koleralılar kampı halini aldı. Zavallı askerler çadırdan boşanmış, her biri bir çalının dibinde. Sert bir kuzey rüzgârı esiyor. Ortalığı kırıp geçiriyor. Müthiş bir kuru soğuk da caba. Böyle bir havada çalı diplerinde şiddetli bir buruntudan kıvrım kıvrım kıvranmak o kadar feci bir şey ki... Buna sebep, paslı teknelerde kalan pis peynir suyu ile at etinden yapılmış ve küflenmiş kavurma. İşte, yemek diye yediğimiz “özel” leş gıdası.
Yakıt Sıkıntısı Başladı
6 Kasım 1912 Hava sıcaklığı düştükçe düşüyor. Bu sabah termometre sıfırın altında 3 dereceyi gösteriyordu. Çarşılarda ne mangal ve ne de maden kömüründen eser kaldı. Belediye deposunda bulunan bütün petrollere de müstahkem mevki levazım müdürlüğü el koydu. Bununla birlikte, Yahudi bakkallar ellerindeki petrollerin de askeriye tarafından ele geçirileceğini bildikleri için onları derhal paraya çeviriyorlar. Petrolün çift tenekeli sandığını gizlice 70-80 kuruşa satıyorlar.
Reklam
Edirne civarındaki araziyi iyice tanımak için Taştabiye civarındaki taşocaklarında bir Bulgar kurmay miralayının altı ay amelelik ettiğini işitmiştim. Edirne sokaklarını tamamen öğrenmek ve mesafeleri tespit etmek için de yine yüksek rütbeli bir kurmay subayının yıllarca boza sattığını da işitmiştim. Fakat bunlara inanmak istememiştim. Ama şimdi karşımdaki Bulgar yüzbaşısının biraz gurur ve biraz da alay ile kımıldayan dudaklarındaki ifadeyi görür görmez işittiklerimin doğru olduğuna derhal hükmettim.
Müslüman ve Türk köylerine yapılan saldırılar sıklaşmıştı. Saldırıya uğramadık köy, yakılmadık çiftlik kalmamıştı. Ele geçirdikleri Müslüman kadınlarının, kızlarının ve hatta erkek çocuklarının önce ırz ve namuslarını ayaklar altına alıyorlar, sonra da o bedbahtları vahşi bir şekilde öldürüyorlardı.
Öteden beri mülkiye ile askeriye arasına girmiş olan uyuşmazlık birçok felakete sebep olmuştu. Bu zihniyet; Bulgar eşkıyanın her tarafı yakıp kavurmasından, kan ve ateşe boğmasından daha tehlikeliydi Fakat her iki taraf da bu yürekler acısı duruma ve felakete zerre kadar önem vermemiş, hiçbir zaman hiçbir işte birbirlerine yardım etmemiş ve destek olmamışlardı. Nitekim bir jandarma müfrezesinin kuşatma altında olmasına rağmen kumandasında 200 bin kişilik bir kuvvet bulunan “Yüce Mareşalliğin”, ölüme mahkûm olan zavallı jandarmaları kurtarmak için en küçük bir girişimde bulunmaması, cidden acınacak bir durumdu.
Kuşatma Başladı
30 Ekim 1912 Bulgarlar, bugün kuşatmayı tamamladılar. Artık Edirne kalesinin dünya ile olan bütün maddi bağlarını kesildi. Bugünden itibaren artık Edirne müdafiileri için hayatın, ailenin, servetin, özetle hiçbir şeyin anlamı ve değeri kalmadı. Düşünülecek ve yapılacak tek bir şey var: Fedakârlık. Evet… Hem de en yüksek ölçüde fedakârlık lazım. Çünkü müstahkem mevki kumandanı Şükrü Paşa’dan herhangi bir yedek taburunun sucu eri Mehmet’e kadar bütün Edirne müdafiilerinın bütün düşünceleri aynı noktada toplanıyor. O da, sancağın şanını, kalenin şerefini korumak. Artık müdafiilerin bundan başka düşünecek hiçbir şeyi kalmamıştı.
Reklam
Daha karavananın buram buram tüten dumanlarını görür görmez neşemizden sarhoş olmuştuk ve o sarhoşlukla da karavanada ne varsa tıka basa midemize doldurmuştuk. Fakat iki saat geçmeden hepimizde dayanılmaz bir ıstırap başladı. Karargâh, adeta bir koleralılar kampı halini aldı. Zavallı askerler çadırdan boşanmış, her biri bir çalının dibinde. Sert bir kuzey rüzgârı esiyor. Ortalığı kırıp geçiriyor. Müthiş bir kuru soğuk da caba. Böyle bir havada çalı diplerinde şiddetli bir buruntudan kıvrım kıvrım kıvranmak o kadar feci bir şey ki... Buna sebep, paslı teknelerde kalan pis peynir suyu ile at etinden yapılmış ve küflenmiş kavurma. İşte, yemek diye yediğimiz “özel” leş gıdası.
Balkanlar’daki çatışmalarda diri olarak ele geçirilen komitacılardan elli kişiye çeşitli mahkemeler tarafından idam cezaları verilmişti. Fakat Sultan Hamid, bütün idam mahkûmlarına yaptığı gibi, bu elli Bulgar’ın idam cezalarını da ömür boyu hapse çevirmiş ve onları Trablusgarp’ın güneyindeki Fizan kasabasına sürgün etmişti. Meşrutiyetin ilanının ardından bu cezalar da kaldırıldı. Elli mahkûm önce Trablusgarp’a ve sonra Selanik’e getirildi. İstedikleri yere gitmekte serbest oldukları kendilerine bildirildi
1902 senesinde artık bir fesat kaynağına dönüşen Bulgar komitalarının faaliyeti arttıkça artmış, Osmanlı hükümeti de iktisadi sıkıntı içinde olmasına rağmen Makedonya’daki askerlerin miktarını artırmak zorunda kalmış, Rumeli’deki askeri sayısı 200 bini bir hayli aşmıştı.
Dikkat ettim, halka verilen ekmek de tıpkı bizim ekmeklere benziyordu. Yani yüzde elli süpürge tohumu, üst tarafı da kuşyemi, arpa, ince saman ve bütün bu karışımın pişerken dağılmaması için hamura karıştırılan bir miktar toprak. Bu yumruk kadar küçük ve simsiyah acayip nesneyi fırınlardan almayı başaranların, o gün de aç kalmayacakları için yüzlerinde beliren memnuniyet gülümsemesi, ne kadar üzücü...
Reklam
Fırınların önü şimdi daha fazla kalabalık. Boynunu büken ve merhamet dileyenlerin sayısı daha fazlalaşmış. Fakat heyhat! Kim kime acıyacak, kim kime merhamet edecek? Bu zulüm ve düşmanlık çemberi içinde herkes merhamete muhtaç. Fakat ne yapalım? Bütün bunlara katlanmak lazım. Bastığımız şu topraklar, kan ve insan yutmaya alışıktır. Şimdiye kadar yuttukları binlerce ve binlerce ceset gibi, belki bizi de yutacaktır.
Öncelikle, kumandanlardan sucu erlerine kadar hepimiz bitliyiz ve bitten temizlenmek için de hiçbir araca sahip değiliz. Sabunun yüzünü bile göremiyoruz. Kuru soğuklar şiddetle hüküm sürdüğü için de yıkanacak yer bulamıyoruz. Arkadaşlardan hemen hepsinin çantalarında birer ikişer kat çamaşırları vardı. Onlar bazen çamaşır değişiyorlar, kirli çamaşırlarını da kaynar sularda haşlıyorlar. Sonra da haşlanmış bitleri ayıklıyorlardı. Fakat o bitlerin bıraktığı sirkeleri öldürmenin çaresini bulamıyorlar, bu şekilde de bitten kurtulmanın önüne geçemiyorlardı.