eğer ey gökyüzü bir gün
bu sessiz zindandan kanatlanıp uçarsam
o ağlayan çocuğun gözlerine bakarak nasıl
vazgeç benden, ben tutsak bir kuşum derim
bir mumum ben, gönlümdeki ateşle
viraneyi aydınlatırım
eğer sönmeyi seçersem
yuvayı yıkar dağıtırım
yaş aldıkça daha da serpilen, hayatın uçsuz bucaksız topraklarına yayılan bir hikayeydi bu üstelik. kendini bir gün ağzından annen konuşurken yakalandığında, mağazanın aynasında sırtındaki o tanıdık kamburu gördüğünde, mutfak dolabını açıp da biriktirdiğin yoğurt kapları üzerine devrildiğinde, iki kaşının ortası aynı onunki gibi kırıştığında, annenin gülme çizgileri yüzünün aynı yerlerine çizildiğinde, bir zamanlar sıkıca tutunduğun ona hiç benzemediğin iddiasını alıp gömecektin tarihin sayfalarına. hayatındaki adam seni aynı babanın onu bırakıvermesi gibi bırakıverdiğinde fark edecektin bir de annenin kızı olduğunu. çayı aynı onun gibi tek şekerli içmeye başladığında bir gün. onun o hiç sevmediğin kırçıllı hırkası sana kaldığında ve o senden yaşlı hırkayı giyip de kendini çok güzel hissettiğinde... bir sabah uyanıp aynaya baktığında karşında annen duruyor olacaktı.
iki başka insanın, gözlerinin şekli, ayaklarının biçimsizliği, saçlarının rengi birbirinden kilometrelerce uzak iki insanın, böylesi bir aynılıkla dünyanın üzerinde dolaşıp duruyor olması gülümsetti beni.