Profil
Tanrı'nın koyduğu hakikî dinin durumunun, diğer bütün dinlerden, mukayese edilemeyecek kadar iyi ölçülüp biçilmiş olduğu muhakkaktır.
İlâhiyatımıza saygı duyuyordum ve başka insanlar kadar cennete gitmekte benim de gözüm vardı; lâkin ona giden yolun cahillere, okumuşlardan daha az açık olmadığını ve ona götüren vahiy hakikatlerinin bizim akletme melekemizi aştığını öğrenmiş olarak o hakikatleri muhakememin zayıflığına tâbi kılmaya cüret etmedim ki onları incelemeye girişmek ve bunu başarmak için gökyüzünden olağanüstü bir destek almak ve insandan daha fazlası olmak gerekirdi.
Reklam
Toparlayacak olursak; şeriatta hatâ iki kısımdır: (Birincisi), hatanın gerçekleştiği konuda nazar ehlinden olan (araştırmacının) mâzur sayıldığı hatadır. Nitekim usta bir hekim Tıp san'atını (icra) ederken ve mahâretli bir hâkim, verdiği hükümde hata ederse, mâzur karşılanır. Ama bu konuların ehli olmayanlar (aynı hususlarda) hata edecek olurlarsa mâzur sayılmazlar. (İkincisi) de hiç kimsenin ma'zûr sayılamayacağı hatâdır. Dahası şeriatın ilkelerinde (hatâ) vâki olursa bu, küfürdür. İlke olmayan hususlarda (hatâ) vâki olursa bu, bid'attır. Bu tür hatâ: her çeşit delîl (getirme) yöntemleri ile bilinebilen konulardaki hatâdır. Bu bakımdan o şeyin bilinmesi herkes için mümkün olur. Bu, Allah Tebâreke ve Teâlâ'yı, peygamberlikleri, uhrevî mutluluğu ve mutsuzluğu kabul etmek gibi (konular)dır.
Sayfa 111Kitabı okudu
Teklifin (yükümlülüğün) şartı, seçme (ihtiyar) olduğuna göre; arız olan bir şüphe nedeniyle hatâyı tasdîk (doğrulama) -ilim adamı tarafından yapılırsa- ma'zûr görülür. Çünkü bu hu- susta Aleyhisselâm: "Hâkim ictihâd eder de isabet ettirirse ona iki mükâfat vardır. Yanılırsa bir mükâfat vardır." buyurmuştur. Varlığın şöyle olduğuna veya böyle olmadığına hükmeden kişiden daha ulu hangi hâkim vardır? Bu hâkimler; Allah'ın te'vîl (yetkisini) kendilerine tahsîs ettiği bilginlerdir.
Sayfa 109Kitabı okudu
Zîrâ şeriatın zahiri araştırılacak olursa; âlemin icâd edilmesi hususundaki haberlerle ilgili gelen âyetlerden açığa çıkıyor ki; (âlemin) sureti gerçekten muhdes (sonradan olma)dır. Ve varoluşun kendisi de zaman da iki taraftan (geçmiş-gelecek) süreklidir, kesintisizdir demek istiyo- rum. Şöyle ki; Allah Teâlâ'nın "Gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Ve O'nun Arş'ı suyun üzerinde idi." (Hud ,7) buyruğunun zahiri; bu (evrenin) varoluş(un)dan önce bir varoluşu gerektirir ki bu, Ars(m) ve su(yun varoluşu)dur. Ve yine (bu âyetin zahiri)bu zamandan önce bir zamanı (n varoluşunu) gerektirir. Feleğin hareketinin sayısından ibaret olan bu varoluşun suretine bitişik (birlikte) olan (zaman)ı demek istiyorum. Allah Teâlâ'nın; "O gün yer başka bir yer ile değiştirilir. Gökler de." (İbrahim, 48) kavlinin zahiri; (âlemin) bu varoluş(un)dan sonra ikinci bir varoluşu gerektirmektedir. Ve Allah Teâlâ'nın, "Sonra göğe yöneldi ki o, duman halindeydi." (Fussilet, 11) kavlinin zahiri de, göklerin bir (başka) şeyden yaratılmış olmasını gerektirmektedir.
Sayfa 108Kitabı okudu
Bu sonuncu varoluşun durumu daha açıktır. Çünkü o, gerçek varlığın (hâdis) varoluşu ile, kadîm varoluş arasında benzer bir durum almıştır. Onda bulunan; kadîm (öncesiz olma) benzerliğini muhdes (sonradan olma) benzerliğine, ğâlib kılanlar ona kadîm adını vermişlerdir. Onda bulunan; muhdes (sonradan olma) benzerliğini, kadîm (öncesiz olma) benzerliğine gâlib kılanlar ise buna, muhdes (sonradan olma), adını vermişlerdir. Hakikatte ise o, ne gerçek anlamda muhdes (sonradan olma), ne de gerçek anlamda kadîm (öncesiz olma) dir. Çünkü gerçek anlamda muhdes (sonradan olma), zorunlu olarak bozulucu (fâsid) dur. Gerçek anlamda kadîmin (öncesiz olmanın) ise illeti (nedeni) yoktur. Onlardan kimi de buna ezelî muhdes (son- radan olma) adını vermişlerdir ki bu(nlar) Eflatun ve taraftarlarıdır. Çünkü onlara göre zaman; geçmiş (yönünde) sonludur.
Sayfa 107Kitabı okudu
Reklam
Onların (Kelâmcılar ve Filozoflar) hepsi, âlem için bu üç niteliğin varlığı konusunda müttefiktirler. Zîrâ kelâmcılar, ondan (âlemden) önce zamanın geçmediğini kabul ederler veya bunu kabul etmek zorunda kalırlar. Çünkü onların yanında (onlara göre) zaman; hareket ve cisimlere bitişik olan (ayrılamayan) bir şeydir. Ayrıca onlar, gelecekteki zamanın sonlu olmadığı konu- sunda eskilerle (filozoflar) müttefiktirler. Gelecekteki varoluş da böyledir. Sadece geçmiş zaman ve geçmiş varoluş konusunda (onlardan) ayrılırlar. Kelâmcılar, (geçmişteki zamanın ve varoluşun) sonlu olduğunu kabul ederler ki bu, Eflatun ve taraftarlarının mezhebi (görüşü)dür. Aristo ve grubu ise, (geçmişteki varoluş ve zamanın) gelecekteki durum gibi sonlu olmadığı görüşündedirler.
Sayfa 107Kitabı okudu
Meşşâî filozoflara nisbet edilen ve onların şânı yüce ve mukaddes olan (Allah)ın asla cüz'iyyatı bilmediğini söyledikleri hususunda Ebû Hamid (el-Ğazzâlî')nin yanılmış olduğunu kabul ediyoruz. Aksine onlar; Allah Teâlâ'nın cüz'iyyatı, bizim bilgimizle türdeş olmayan bir bilgi ile bildiğini söylerler. Şöyle ki; bizim (cüz'iyyâtı) bilmemiz; bilinen şey tarafından belirlenmiştir (ma'lûldür). Dolayısıyla o (bilinen şey) hadis olmakla o da (bizim bilgimiz) hâdis olmakta, onun değişmesiyle bu da değişmektedir. Allah Teâlâ'nın, varlığı bilmesi ise bunun karşıtıdır. Çünkü o (Tanrı'nın bilgisi), varolanın kendisi olan bilinenin belirleyicisidir, (var olmasının illetidir.) Bu iki bilgiyi birbirine benzetenler, karşıtların kendilerini ve özelliklerini aynı kılmış olurlar ki bu, bilgisizliğin son noktasıdır.
Sayfa 101Kitabı okudu
Derseniz ki: Bu konuda icmâ tasavvur edilmediği için, te'vil konusunda icma'ın yarılması (bozulması) tekſiri gerektirmedi- ğine göre, Ebu Nasr (el-Farabi) ve İbn Sina gibi İslâm milletinden filozoflar hakkında ne dersiniz? Zîrâ Ebu Hamid, Tehâfüt diye tanınan kitabında üç mes'elede o ikisinin tekfirine kesin hüküm vermiştir. (Bu üç mes'ele) âlemin kıdemi, Allah Teâlâ'nın cüz'iyyatı bilmeyeceği -ki O, bundan münezzehtir- ve cesetlerin haşri, öldükten sonra dirilmenin (meâd) hâlleri konusunda vârid olan (âyetlerin) te'vîlidir. Biz deriz ki: Onun (Ğazzâlî) bu konuda söylediklerinden açığa çıkan odur ki; bu hususta o ikisini tekfir etmesi kesin de- ğildir. Zîrâ o (Ğazzâlî) et-Tefrika (Faysal ü't-Tefrika Beyn'el-İslâm ve'z-Zendeka) isimli eserinde, icmâ'ı yarma (bozma)dan dolayı tekfir etmenin bir ihtimal (şeklinde) olduğunu belirtmiştir.
Amelî konularda olduğu gibi, nazarî konularda icma'ın, yakînî yolla gerçekleşemediği anlaşılmaktadır. Zîrâ herhangi bir asırdaki herhangi bir mes'elede icmâ; ancak o asır bizim bakımımızdan mahdûd olursa ve yine o asırda bulunan bütün ilim adamları bizim tarafımızdan bilinirse -şahıslarını ve sayılarının bilinmesini kastediyorum- ve o mes'elede her birinin görüşleri tevatür yolu ile bize nakledilebilirse, mümkün olur. Bunun yanı sıra o zamanda mevcûd olan bütün bilginlerin, şeriatta zahir ve bâtın diye bir şey olmadığı ve her mes'eledeki bilginin hiç kimseden gizlenmemesi gerektiği ve şeriatı bilmek konusunda bütün insanların yolunun (metodunun) aynı olduğu (hususu üzerinde) ittifak etmiş bulundukları bizim bakımımızdan doğrulanmalıdır.
Reklam
Amelî fazîleti gerektiren san'ata arız olan şeylerin, ilmî fazîleti gerektiren san'ata da arız olması uzak görülmez.
Doğal zekâ, ikincisi de şer'î adalet, ilmi ve ahlakı fazilettir bunlara bakıp değerlendirmekten nehyederse; şeriatın halkı Allah'ı bilmeye çağırdığı kapıdan insanları geri çevirmiş olur. Bu kapı; Allah'ı hakkıyla bilmeye götüren bakış (nazar) kapısıdır. Bu davranış ise bilgisizliğin zirvesi ve Allah'tan uzaklaşmanın son haddidir.
Bu (konunun mâhiyeti), böyle olunca; bizden önce geçmiş olan ümmetlerden birinde burhan şartlarının gerektirdiği tarzda varolan- larla ilgili bir araştırma (nazar) ve değerlendirmeye (i'tibár) rastlarsak, bu konuda onların söyledikleri ve kitaplarında kaydettikleri şeylere bakıp değerlendirme (yapmak) üzerimize vâcip olur. Onlardan (kaydettikleri ve söyledikleri o şeylerden) hakikata uygun olanları kabul eder, sevinç duyar ve bundan dolayı kendilerine teşekkür ederiz. Hakikata uygun olmayanlara gelince; onların üzerinde dikkatle durur, (başkalarını) ondan sakındırır ve kendilerini de (bu ko- nuda) ma'zûr sayarız.
İbn Rüşd
"Demek istiyorum ki: Hikmet, Şerîat'ın arkadaşı ve süt kardeşidir. Dolayısıyla her ikisi (din-felsefe) tabiatları itibariyle kardeş, cevherleri ve özleri itibariyle iki dosttur."
Her ne kadar, din ile felsefe, aynı hakikatin iki farklı cephesini ifade etmekte ise de, bazen bu ikisi arasında çelişki görülebilir. Bu durumda, öncelikle, gerek din, gerekse felsefedeki doğruların ve yanlışların belirlenmesi konusunda insanların kapasitesinin gözden geçirilmesi gerekir. Zira doğruları tasdik konusunda, insanlar, farklı yapılara sahiptirler. Bir konuyu, kimileri burhâna dayanarak, kimileri diyalektik (cedelci) sözlerle, kimileri de retorik (hatâbî) ifadelerle tasdik ederler. Bu sebeple, İslam dini, insanların her üç yolla tasdik edebilmelerini sağlayacak ilkeler vazeder.
298 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.