Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

İnsan Nedir Şimdi Bildim.

Profil
Paul Eluard bir şiirinde şöyle diyor; "İnsanı yaşatan kelimeler vardır Hani yunmuş, arınmış sözler Sıcaklık diyelim, 'güven' diyelim Mesela aşk, adalet, hürriyet kelimesi Çocuk kelimesi, insanlık kelimesi gibi Ve bazı çiçeklerin, ülkelerin ismi Mesela yiğitlik, kardeşlik, arkadaşlık Çalışma kelimesi gibi... " Özellikle 'güven' kelimesi önemlidir... Çünkü geriye kalan her şey güven duygusuyla ilgilidir. Bir eve şüphenin vebası girdiğinde, o evdeki bütün ruhu çekip alır. Güvenin yarası kendisidir, bu yüzden iyileşmez. Ve aslında yıkılmaz, çünkü gerçekte hiç kurulamamıştır.
Bir tebessüme, bir onaya, anlam bulmuş bir bakışa, 'iyi ki varsın' lara duyduğumuz bağımlılık duygusu olmasaydı, bazı eylemlerimiz varlığını aynı coşkuyla sürdürebilir miydi? Bu soruya; "evet ben yine de şunu yapmaya devam ederdim" dediğiniz ne varsa, o sizin kendinize ayırdığınızdır. Okumak mesela... Bu platformda beğen butonu olmasaydı, alıntıları eskisi gibi büyük bir istekle paylaşır mıydık? Yahut sevdiğimiz okur arkadaşlarımız burada bulunmasaydı, her gün uğrama gereği hisseder miydik? İzlediğim bir filmde, kadın, sevdiği adam için, bir alışkanlığa dönüşüp günün birinde terkedileceği korkusuyla, estetik operasyon geçiriyor ve bambaşka bir yüze sahip olup yeniden aynı kişinin hayatına giriyordu. Hayatı adeta bir kabusa dönüyor, eski kimliği ile yeni kimliği arasında sıkışıp kalıyordu... Ne çok sevilen ve özlenen eski haline, ne de kusursuz yüz hatlarının yapay güzelliğine tutunabiliyordu. Film, kişinin kendine bakışını yenileyen, adeta ruhsal gerilmelerin ete kemiğe bürünmüş haliydi... Bizi biz yapan şeyleri yapay olanlarla değiştirmek için ne neştere, ne de uzun bir iyileşme sürecine ihtiyaç duyarız. Bu yüzden gözümüzü kırpmadan, kıskançlığımızı hırsımızla takas ederiz, korkumuzu cüretimizle, aşağılık kompleksimizi alaycılığımızla, öfkemizi tebessümümüzle... Onaylanma ve eksilmeyen bir duyguyla sevilme tutkusu, kişinin kendisinden memnuniyetsizliğinin ifadesidir. Çok sevilmek, önemsenmek ve yüceltilmek asla çare değildir. İnsan, evvela kendini sevmelidir... O zaman dilediğinde yenilenmenin ve zamanı hissetmenin keyfini sürebilir...
Reklam
İncinmişlik duygusu, zamanla dokulara ve kemiklere sirayet eden patolojik bir tümör gibidir. Kötü huyludur, çünkü mantıklı düşüncenin yardımını reddeder, bilinci devreden çıkarır... Bu, oyuncak arabasının tekerleği kırılan çocuğun oyunu bırakması gibidir. Yaşamsal faaliyetleri durduruncaya kadar ruhun derinliklerine zarar vermeyi sürdürür... İncinmişliğin en büyük destekçisi ego'dur. "Bunu bana nasıl yapar?!" ın altında, "ben bunu asla yapmam, o kadar üstün ve kusursuzum ki, hataya düşmem." cümlesi vardır. İncinmiş bir insan, kendi zararını artırmak için ne mümkünse yapar. Hattâ içgüdüsel olarak utanç duygusunu bile bu acının önüne geçirmek istediği olur. Ama sular durulduğunda, bilincin klipsi açılıp, yerine oturduğunda, o tık sesi duyulduğunda... Tebessümün hiç duyulmamış derin bir anlamına varıldığı görülür... Anlaşılır ki; yara da biziz, yaralayan da...
İnsan henüz birinin ruhunun eşiğinde dururken hep bir sarsıntı beklentisi içerisindedir, ya soğuk bir rüzgar onu dışarıya itecektir, ya da dışarının yakıcılığı onu istemsizce içeriye itecektir. Bunun gerginliği korkunç bir şeydir. Bazı emeklerse maalesef soğuk demiri dövmek gibidir.
İnsan neden okur? Bu soruya çok yönlü cevaplar verilebilir. Her insanın kendince durduğu bir nokta var. İnsanın kendisiyle savaşını, kendi meselelerini ona anımsatarak gösterebilmesi bir eseri bir adım öne çıkarabilir... Bilgimizin bir kapısı vardır, uçsuz bucaksızdır ama yine de o sonsuzun kabulden önce ki durağı, bu gibi eserlerin tıklattığı o kapıdır. Felsefi gözün işlerlik kazanması ve idrakin yetişkinlik evresine girmesi o kapının bilincinde olmakla ilgilidir... Her ne kadar bize hayat boyu edinemeyeceğimiz kadar çok tecrübeyi sunuyor olsa da, bir eserde bulamayacağımız, bulsak da kavrayamayacağımız, özümüzü görme, kendimizi yeniden değerlendirme fırsatı veren tecrübeler de vardır. Kendimize bakmak sanıldığı kadar kolay değildir... İnsan ölümün sınırlarına gidip gelir ve görür ki başka birinin sahip olduğunu onun elinden almak, (sözle, gözle, ima ile) kendi elimizdekinden vazgeçmekten çok daha kolaydır... Önce kendi ölümümüzü tanımak, başkasının dünyasının biricikliğini anlama noktasında bize yardımcı olacaktır... Bu tecrübe bize şunu da ispat eder, haddini aşan şeyler zeval bulmaya mahkûmdur... Bize verilmiş şeylere sahip çıkarak onları öldürürüz. Zekasını yücelten birinin, onu nasıl eksilttiğini seyredin... O'ndan başka şey düşünemiyorsanız bilin ki, onu öldürüyorsunuz. Çünkü ruhun sonsuzluğuna dayanabilecek bir ideal, bir sistem, bir beşer yoktur... Öz, çok özel bir görüntüdür, onu dilediğimiz şeye yansıtamayız... Yansıtmak bir yana, eğer yeterince ölmemişsek, onu asla kavrayamayız...
Hani aklınızda bir şey vardır da onu söylemeden, ya da yapmadan devam edemezsiniz, zihninizde yol tıkanır, arkadaki düşünceler kornaya asılır, aynı hizadan gidenler camı açıp hava alır, oflayıp puflamaya başlar... Ve bir anda yapmayı unuttuğunuz şey parlayıp zihin akışını normale döndürür ve kurtarır sizi... Bazı insanların hayatınızdaki rolü de böyledir... O'nu hatırlamak hiç ilgisi olmayan bir durumu çözer, gönlü ferahlatır... Çok şükür dersiniz, oh be :)
Reklam
Bir insanın sende gördükleri, o kişinin içindekiler listesine bakmak gibidir. Bir insanı gerçekten tanımak istersen, onun seni içtenlikle değerIendirmesine izin ver. Bu durumda hiçbir ihtiyatsız duyguya kapılma, zira kendini anlatmaktadır.
Mısrî'nin 'Vâiz derki bana; aşkı terk eyle.' dizesini okuduğumda afallamıştım. Bir insandan aşkı terketmesini istemek, ruhunu talep etmekti... Ruhunu terkeyle demekti... Demek ki ruhumuzda yaşıyorduk, demek ki ruhumuzdan çıkmış, onun hükmü altına girmiştik... Demek ki kendimizi aradığımız yerde her şey biz'dik... Bu yüzden kendi ışığımızdan kördük... Bu yüzden karanlıktan sızan her şeye muhtaçtık... Bu yüzden her gün ölümü anımsamalıydık, bu bizdeki tek yaşam belirtisiydi...
Rilke en bilindik öykülerinden birinde kılıçla kalemi konuşturur. Kılıç, kalemi aciz ve yetersiz bulmakta, kendine olan güvenine anlam verememektedir. Kalem; ikisinin de toprağın altından geldiğini ve ikisini işleyen ellerin de aynı eller olduğunu söyleyerek, benzerliklerini dile getirmek istese de kılıç farklılıklarını öne çıkarmakta kararlıdır... Sonunda bir el kaleme uzanır ve barış anlaşmasını imzalar. Kalem ne kadar kırılgan ve naifse, kılıç da o denli vakur ve heybetlidir. Emily Dickinson'ın fırtına ve kuş metaforundan bize kalan da budur... Umut; minik, tüylü bir kuş... Fırtına da zorlu insan doğasının ta kendisidir; En zorlu mevsimlerde, kuş tünediği ruhun dallarına sıkıca tutunmuştur... Tek istediği o tatlı ezgiyi söyleyebilmektir. Ümit, ümidini hiç yitirmeyecektir... Ümit deyince aklıma gelen şu nefis dizeler de 'kılıç gibi bir kalem'le yazılmıştır :) "Umut! sevgili! iyiliksever umut! Küçümsemezsin yasta olanın evini, Ve asaletle, sevinçli bağlılıkla, hükmedersin Ölümlülerin ve göğün güçlerinin arasında. Neredesin? Az yaşadım; ama soğuk esiyor Akşamım daha şimdiden. Ve dilsiz, gölge misaliyim, Burada; ve ezgisiz kalmış Kalbim dinleniyor göğsümdeki Ürpertilerin arasında." Hölderlin
19 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.