...üzülmek zaman kaybından başka bir şey değil. Hayatı, sonradan pişman olmayacağın, özür dilemek zorunda kalmayacağın şekilde yaşamalısın. İşini sağlama alıp baştan doğru olanı yaparsan sonrasında özür dilemeye gerek kalmaz.
Böyle zamanlarda beynim hızını alamamacasuna bir ivmeyle çalışıyordu sanki. Sözcükler. Renkler. Sesler. Bazen hepsi arka planda kalıyor ve yalnızca sesleri duyuyordum. İşte o aşamada her şeyi duyabiliyordum; ama sadece duymak değil... hissedebiliyordum da. Bazen de hepsi birbirine girebiliyordu; sesler ışığa, ışık göz alıcı bir parlaklığa dönüşüyor ve beni adeta ortadan ikiye bölüyordu. Sonrasında da baş ağrısı peyda oluyordu. Bu sadece hissettiğim değil, hepsi kör edici tonlarda milyonlarca renkten meydana gelmişçesine görebildiğim de bir baş ağrısıydı.
Bu hayatı, ne kadar istesek de hiçbir şeyin kalıcı olmadığını, sabit durmadığını bilecek kadar iyi tanıyordum. İnsanların ölmesine, gitmesine engel olamazdın. Aynı şekilde, kendinin de...
İşte bu yüzden her ne kadar diğerlerinden farklı olduğumu hep bilsem de, başkaları gibi davranmanın faydalı olduğunu düşünüyorum. Bu senin suçun, demiştim o günlerde kendime; normal olamamak benim suçumdu.
Dünyada her şeyin önceden belirlenmiş bir sonu var, değil mi? Mesela yüz vatlık bir ampul yedi yüz elli saat dayanacak şekilde tasarlanmış. Güneş yaklaşık beş milyar yıl içinde sönecek. Hepimizin belli bir raf ömrü var. Kediler on beş yaşına kadar yaşayabiliyorlar, bazen daha uzun yaşadıkları da oluyor. Çoğu köpek için bu sınır on iki yaş. Ortalama bir Amerikalı, doğumdan ölüme kadar yirmi sekiz bin gün geçiriyor. Demek istediğim; hepimizin ömrüne, yılına, gününe, saatine, dakikasına kadar belirli bir süre biçilmiş.
Ya hayat da böyle olsaydı? Ucundan bile olsa kötü, can sıkıcı kısımları ayıklanmış; sadece mutlu ve güzelliklerle dolu bir hayat... Kötülükleri kesip atabilsek ve iyileri kendimize saklayabilsek nasıl olurdu?