Duanın en güzel ve en latif meyvesi, en leziz ve en hazır neticesi şudur ki: Dua eden adam, bilir ve dua ile bildirir ki; birisi var, onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder, onun eli her şeye yetişir. Ve bu boş, hâlî dünyada o yalnız değil; belki bir Kerim zât var; ona bakar, ünsiyet verir. Onun hadsiz ihtiyacatını yerine getirebilir ve hadsiz düşmanlarını defedebilir bir zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah ve sürur duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp, “Elhamdülillahi Rabb-il âlemîn” der.
Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, duayı Allah’la bir pazarlıkmış gibi sunan, “şu duayı şu kadar okursan, şunun olur!” diyerek insanları duanın inceliğinden uzaklaştıran, duanın sonunda istediği şey -hemen- gelmediğinde ümitsizliğe düşüren derme çatma dua kitaplarının ıskaladığı kutsî lezzeti ne kadar nezaketle tarif ediyor. Duada istediğimiz şeyden çok, isteyişimize, isteyebilir oluşumuza, istememizi isteyen Rabbimizin “kimimiz” olduğuna odaklanmalıyız. İşte o zaman istediğimiz, hemen ve istediğimiz şekilde verilmezse de, isteyişimiz “makbul” olur; dua ediyor olmakla “ebedî yakınlık” meyveleri tadarız.