Ölüm bile bu köşelerde başka çehreler takınır.
Bu değişiklikler hep birden düşünülünce muhayyilemizde tıpkı bir gül gibi yaprak yaprak açılan bir İstanbul doğar. Şüphesiz her büyük şehir az çok böyledir. Fakat İstanbul'un iklim hususîliği, lodos poyraz mücadelesi, değişik toprak vaziyetleri bu semt farklarını başka yerlerde pek az görülecek şekilde derinleştirir.
İşte İstanbul bu devamlı şekilde muhayyilemizi işletme sihriyle bize tesir eder. Doğduğu, yaşadığı şehri iyi
kötü bilmek gibi tabiî bir iş, İstanbul'da bir nevi zevk inceliği, bir nevi sanatkârca yaşayış tarzı, hattâ kendi
nev'inde sağlam bir kültür olur. Her İstanbullu az çok şairdir, çünkü irade ve zekâsıyla yeni şekiller yaratması
bile, büyüye çok benzeyen bir muhayyile oyunu içinde yaşar. Ve bu, tarihten gündelik hayata, aşktan sofraya kadar genişler.
"Teşrinler geldi, lüfer mevsimi başlayacak" yahut "Nisandayız, Boğaz sırtlarında erguvanlar açmıştır" diye düşünmek, yaşadığımız ânı efsaneleştirmeğe yetişir. Eski İstanbullular bu masalın içinde ve sadece onunla yaşarlardı. Takvim onlar için Heziod'un Tanrılar Kitabı gibi bir şeydi. Mevsimleri ve günleri, renk ve kokusunu yaşadığı şehrin semtlerinden alan bir yığın hayal hâlinde görürdü.
Yazık ki bu şiir dünyası artık hayatımızda eskisi gibi hâkim değildir.
İnecekler inip binecekler binince, ama inip sevdiklerine veda etmesi gereken korkaklar adım atmaya dahi cesaret edemeyince, tramvay ağır ağır hareket etti. Geri dönmeyecek bir çocukluk mevsimi gibi,
Gençlik, sanki hep sürüp gidecekmiş, sonu hiç gelmeyecekmiş gibi görünen çaçaron ve amansız bir mevsimdi. Oysa ki bir gececik yetmişti bu mevsimi sona erdirmeye. Harcanacak hiç bir şey kalmıyordu artık.
Bütün yaz boyunca böyle bir topa sahip olmak istemişti. Her gün arkadaşına ısrar ediyordu.Her zaman gelmeliydi, her gün bu topla oynamak istiyordu. Hem onunla oyun oynamak çocukluğunda yaşadığı en güzel zamanlardı. Onun yanındayken gerçekten mutlu bir çocuk olabiliyordu. Muhteşem bir yazdı. Muhteşem geçiyordu. Bu mevsimi tatlandıkça tatlandırıyorlardı. Buraya geldiğine çok memnun olmuştu. Onunla tanışmak, aptal şakalarını deneyimlemek bir lütuftu. Şimdi elindeki topu yavaşça yere bıraktı. Birden yazın bittiğini fark etti. Tozla kaplamış ellerini çırptı. Ama sadece mevsim değişmiyordu. İçinde de bir şeyler değişti. Bir şey oldu.
Aynı mevsimi yaşamadığın insana kendini anlatmak da zor oluyor onu anlamak da. Düşünsene, çiçeklerini yeni donanmış bir dala sen kurumuş yapraklarını nasıl anlatabilirsin ki. Aynı anda aynı mevsimde olabilmek bence ilişkilerin derinliğini artırıyor.
"Her şeyin mevsimi, göklerin altındaki her olayın zaman vardır. Doğmanın zaman var, ölmenin zamanı var. Dikmenin zaman var, sökmenin zamanı var. Öldürmenin zaman var, şifa vermenin zaman var. Yıkmanın zaman var, yapmanın zaman var. Ağlamanın zamanı var, gülmenin zaman var. Yas tutmanın Zamanı var, oynamanın zamanı var. Taş atmanın zamanı var, taş toplamanın zaman var. Kucaklaşmanın zaman var, kucaklaşmamanın zaman var. Aramanın zamanı var, vazgeçmenin zamanı var. Saklamanın zaman var, atmanın zaman var. Yırtmanın zaman var, dikmenin zaman var. Susmanın zaman var, konuşmanın zaman var. Sev-menin zaman var, nefret etmenin zaman var. Savaşın zaman var, barışın zamanı var."
Bu pasajda her şey bir sona ulaşır ve zaman içinde zıddına döner.
.
Öyle görünüyordu ki, büyüdükçe -ve yaşlandıkça- iyiyle kötü arasındaki bu kafa karıştırıcı mücadeleyi anlayamadığını ve belki de insanların burada, dünyadaki şeyleri anlayacak şekilde tasarlanmadığını daha çok anladı.
.
.
.
Yalnızlık bu cennet bahçesi için yüreğimde tatlı bir yer açtı, burada geçirdiğim ılık gençlik mevsimi ürkek kalbimde tüm bereketiyle can buluyor. Her ağaç, her çit sanki bir buket çiçek. Bu ıtır denizinde yüzebilmek için bir uğur böceği olası geliyor insanın.