Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
İnsanın hakîkati ruhtur; madde âleminden hariç veya dahil olmayan nûrânî bir cisimdir; maddî cisim değildir; bedene bitişik veya ayrı da de­ğildir. Ancak tasarruf ve tedbiriyle bedeni idare ederse, insan bu idare sayesinde diridir; irtibatını keserse ölüdür. Binaenaleyh ruh kendisi gü­neş, beden yer küresi, nefs aralarına girmiş kesâfetli bir bulut gibidir. Kesâfetin zeval bulmasıyla ruh güneşten daha parlak görünür. Bu tarif da­ha meşhurdur. Nitekim İmam Gazâlî başta olmak üzere birçok ehli ta­savvuf, felsefeciler, Kerrâmiyyeden birçoğu, ehli mukâşefe ve İmam Râğıb İsfehânî’nin kabul ettikleri tarif de budur.
İnsanın hakîkatini ulemâ şöylece tarif etmişlerdir: İnsan haraketli, diri, ulvî ve nûrânî bir cisimden ibarettir. Görülen bu bedenin heykelinden muhaliftir. Su gülde, yağ zeytinde, ateş tuğlada nüfuz ettiği gibi, ruh da bu cesedde sereyan ve cevlan eder. Kendisi değişmeye tefessüh etmeye salahiyetli değildir. Mutlak sûrette cismânî heykelde tasarruf eder. Alet ve edevatlarının tefessüh etmesi halinde bedenden ayırılır. İşte bu ayrılış ölümdür. Demek ölüm insan için aslî ve ebedî hayatının başlangıcıdır. İmam Râzî ve İbnu Kayyim bu tarifi tercih etmişlerdir. Binaenaleyh ruh o nûrânî cevherdir.
Reklam
"Özellikle insanda din arzusu ve iştiyâkı doğuşta mevcuttur. Hatta Vilson gibi bir din münkiri bile yazdığı umûmî tarihin baş taraflarında şöyle der: "Benim de küçüklük halimde içimde bir din hissi ve dinin efsanesi vardı. Özellikle tek başıma kaldığım zamanlarda kendimi din hislerinden men edemez oldum. Erginlik çağından sonra biraz daha devam etti. Aklım tekâmül edince o his kayboluverdi." Onun gibi bir çok zavallı insanlar, doğuştaki fıtratlarını kaybettiklerinin farkında bile değillerdir. Telkin, çevre, fısk ve şehvetlere dalmak gibi fenalıklar, Vilson gibi birçok insanları fıtratından uzaklaştırıyor. Özellikle tahrife uğramış bâtıl dinlerin telkini, tesiri altında iken aklın tekâmülü halinde insan, fıtratının icâbınca o bâtıl dinden nefret eder ve ayrılır; eğer hak din sahibine yani bir dindara rastlamazsa, balığın ağzından çıkar, ahtapot veya timsahın ağzına girer gibi bir bâtıl dinden diğer bir bâtıl dine girer. Eğer böyleler İslam diniyle şereflenmedilerse, başı boşluk denizinde boğulur, fark edemez. "
İslam dîninin ahlakçıları, görmenin dimağa aksedeceği ilk derece­deki sezgiden itibaren vazgeçirmek için üç büyük düsturu ortaya koy­muştur. işte beşer nizamıyla İlâhî nizam arasındaki fark bu düsturlarla bi­linmektedir. Toplumun ıslahı da bu düsturlara bağlıdır. Şöyleki: 1- İnsan cinsinden erkek ve kadının, bilhusus gençlerin sezgi kabili­yetlerini, sonradan meydana gelecek fitneden menetmek için nazarı ha­ram kılmış ve örtünmeyi emretmiştir. 2- Nazarı haram kılmak nisbetiyle, ihtilatı ve örtünmeyi emretmeye nazaran da buluşma ve tanışmayı ortadan kaldırmıştır. 3– Bu emr ve yasağa riayet etmeyene cezaları tayin etmiştir. Şöyleki, bu üç düstur da icmâlî olarak şu ayet-i kerîmelerde beyan buyrulmak- tadır: *“Mü’min erkeklere söyle; (harama bakmaktan) gözlerini sakınsınlar ve (namus, haysiyetten ibaret) ırzlarını korusunlar. Bu kendileri için daha çok temizliktir. Şübhesiz ki Allah (kulunun gizli ve aşikârede) ne yapa­caklarından haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle; gözlerini sa­kınsınlar, ırzlarını korusunlar ve ziynet mahallerini açmasınlar. (Yüzler ve ellerden) Görünen kısmı müstesnadır. Başörtülerini yaka paçanın (tamamını kaplayacak surette göğüsleri) üstüne koysunlar…” [En -Nur 30-31]mealindeki ayet-i kerîmelerin emrini amelî tatbik insanın ıslahı için kâfidir.
Ahlakın menşei dindir. Çünkü Allah Teâlâ insanları yaratmış, peygamberler vasıtasıyla Kendisine, halka ve her şahsın kendi nefsine karşı yapacağı faziletli ahlakları bildirmiştir. İnsan bunun tahminden aciz olduğu için elçileri göndermiştir. Öyle ise faziletli ahlakın menşei dindir. Onu tarif eden yol gösteren, Allah'ın vahyiyle şereflenmiş olan elçîleridir. Bu hikmete binaendir ki, Allah Teâlâ'nın gönderdiği elçilerin yolundan ayrılan son felsefeciler, ahlakın menşei hakkında çokça ihtilâfa düştüler. Araştırmamda, ahlakın menşei hakkında onların yetmiş altı görüşlerine rastladım. Bazı insaflıların, güzel ahlakın menşeinin din olduğunu ve fena ahlakın menşeinin de dinsizlik olduğunu söylediklerine rastladım. Bu görüş, İslâm hukemâsının kitablarından onların kulağına girse gerektir. Nitekim Ibnu Sina felsefesinde nübüvvet ve vahiy meselesini ele almıştır; ahlak kısmında faziletli ahlakın menşeinin din olduğunu ortaya koymuştur.
Mü’minle- rin heva ve hevesi terk etmeleri gerekir. Aksi takdirde memleketin harab olmasına sirayet edecek ve hüsn-ü muaşereti sû-i mübâşerete çevire­cektir. Halihazırdaki moda, süs ve fena ahlak, Allah’ın ve O’nun Rasûlü’ nün, hatta Türklüğün örf ve âdetine aykırıdır. İslamın emri dışında tüm örf ve âdetler cahiliyye devrinden kalan birer örneklerdir. En güzel ifade ile, giyinmiş olarak çıplaklığı terk etmek gerekir. Ve Allah’ın vermiş olduğu İslam nimetine, mal nimetine şükretmek gerekir. Bugün insanlar birçok nimetlerle bürünmüş oldukları halde şükrü îfâ etmemekle Allah’ın rah­metinden çıplak olmaları revâ mıdır? Yoksa erkeklerde mi gayret kal­madı? Artık bu gibi felaketlere son vermek gerekir. Allah Teâlâ milleti­mize intibahlar versin. * “…Ve onlar ki, Allah’ın yarat­tığını değiştirirler…” [En-Nisâ’119] mealindeki ayet-i kerîmenin tefsirinde müfessir Hamdi Yazır’a müracaatı tavsiye ederim.
Reklam
-Maddeciler umum faaliyetleri beyne nisbet ediyorlarsa,diliyle veya eliyle suç işleyenin umun bedenini hapse koymak gerekmez. En ufak bir suçta bile caninin beynini patlatmak lazımdır. Halbuki böyle bir cezanın verilmesi beşer vidanına binaen muhaldir. Tabıî ki suç işleyen ruhtur, beyin ve beden aletleridir. Dolayısıyla suç işlediğinde beden kafesini hapsetmekle ruhu hapsediyoruz denilirse ruhu itiraf etmiş oluruz: Yok, beyindir; ve beyni taşıyan bedeni hapsederiz derlerse kendi fikirlerini çürütmüş olurlar. Çünkü beynin özelliği midenin özelliği gibi bellidir. Beynin belli özelliği olan idrakin dışında bir fiili beyne nisbet etmek mugâlata olur. Çünkü beşerin mifakıyla suçu tesbit edilmeyene ceza verilmez. Yani suç faili kimse ona ceza verilir. Hegel olsun, Moleschd ve sair maddeciler olsun, bedenin faaliyetlerini mekanik sisteme bınaen bedenin cihazlarına tevzi ve taksim etmektedirler. Binaenaleyh hangı cihazla suç işlerse o cihaza ceza vermek lazımdır. Demek nazarîye ve görüşlerine bilfiil muhalif hükmederler. Ve fiilen kendi kendilerini reddetmektedirler.
Felsefecilerin şu münakaşası da vardır: Kimisi ruh maddeye hâkimdir. kimisi madde ruha hâkimdir demektedirler. Her iki fikir de doğru değildir. Ruh ve madde birbirine çokça bağlı olduğu münasebetiyle her birinin kendi sahasında muayyen tesiri vardır. Hâkim ise Allah Teâlâ'dır. Ruh ve madde birbirine karşı tutulmuş iki ayna gibidir; her biri diğerini gösterir. İki aynadan hangisine baksan, öbürü görülmediği için tesiri baktığın aynaya verirsin. Ruhun sahası geniş olduğu münasebetiyle madde küçük ve zayıf görülür. Ayrıca madde ve mülk âlemi, melekut ve ruh âleminin memurlarıdır. Amir mi kuvvetli memur mu kuvvetli denilemez. Çünkü memurun kuvvetinin görülmemesi, amirin zatından değil emrdendir. Bu emri de veren Allah'tır. Öyleyse maddenin manaya mahkum görülmesi Allah'ın emrinden dolayıdır.
'Bütün maddeler ikiye ayrılır: a-Tecrübe ile varlığı bilinen maddelerdir. b-Akıl ve hisle varlığı tesbit olunan maddelerdir. Bu kısım ise mücerred hayalden ibaret bir şeydir." (Kant) dediği halde, ahlak bahsinde hiss-i vicdâniyyeye büyük bir ehemmiyet vermiştir. Sanki kendisi böyle bir yolu takib etmekle, Epikorya medresesinin
Üstâd قد س سر ه
Her şeyden üstün Allah’ın Rasûlü’nün sevgisidir. Hiçbir şeyle değiştirilemez. Onun bu sevgisine birçok şeylerin alet edilmesi mümkün olduğu halde bu sevgi hiçbir şeye alet edilemez. Aksi takdirde imanın zayıflığı ve yokluğu tahakkuk eder.
317 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.