Meselâ; bir insanın sözü onun gizli ahlâkının özüdür, özünün dış kabuğu yani fiil ve hareketi ise asabi damarlarında gizlenmiş niyetinin sureti, resmi ve karikatürüdür. Demek, güzel söz bardağa, gizli olan hulk ise o bardağın içindeki şerbete benzer. Şerbetle bardak birbirinden ayrıdır. Şerbet, bardağın kendisi veyahut sıfatı değildir.
Her mü'min ferasetiyle diğer insanın ahlâkını, dış hareket ve fiiliyle tesbit eder, ama imanla şereflenmeyen elbette bardakla şerbet arasında fark edemez, ikisini bir görür.
... insan düşünmediği bir işi yapamaz da. Çünkü hareketler niyetlerin mahsulüdür. Binaenaleyh mümin bakmazsa ve ihtilat da olmazsa gayet rahatlıkla hayr işlemeye muvaffak olur ve aynı zamanda fenalıklardan da kolaylıkla sakınmış olur. Bu hikmete binaendir ki önce ayette zinadan evvel bakmak yasaklanmıştır.
Bıçakçı İbrahim Hakkı Efendi diyor ki: Ev, aile saadetinin cilvegâhıdır. Ev küçük bir medeniyetgâhtır. Ev kadın demektir. Ev insanın iyi veya fena ilk mektebi, terakki ve tedennînin ilk ocağıdır. Milletin ıslahı evlerin ıslahıyla olur.
Millet evlerden çıkar; iyi ise iyi, kötü ise kötü. İyi evleri çoğaltınız. İnsan evine göre insan olur. Bir evdeki ailenin intizam hali, intizam fikri, kapısının önünden belli olur. Medeniyetin manası ne kadar yüksek ise, evin manası da o kadar yüksektir. Ev, insanın içinde oturacağı mahaldir, fakat rahatla, huzûr-u kalble.
Allah Teâlâ gündüzü parlak aydınlatıcı olarak yaratmış ve kazanca mahal, hayat ve yaşamak vesilesi kılmıştır. Bu iki nevi’ aynı işe mahal ve sebeb olmadığı gibi, insan nev’inden olan kadın ve erkeğin çalışmak sistemi de bir değildir. Erkek hayat şartlarının dairesinde çalışmak ve cihad etmekle, kadın da çocuğunu beslemek, evi temiz tutmak ve erkeğin kazanmış olduğu malı korumakla mükelleftir. İşte bu iki nev’in iki ayrı vazifeleri. Fıtrat bunu icab ettirmiştir. Allah’ın yaratmış olduğu tabiî kanun, yani Sünnetullah da buna müsaiddir. Amma kadın erkeğin dış hayatına, erkek kadının iç hayatına bağlandığı müddetçe huzur, refah, mutluluk ve bağlılık sayesinde ikisi de bahtiyar olur. Artık hangisi diğerinin hayatına karışırsa şübhesiz o anarşiyi meydana getirmiştir. Nitekim gece gündüz de karışırsa canlı varlıkların hayatları felce uğrar.
Zaman bakımından gece ve gündüzün asılları birdir; nevi’leri ve vazifeleri ayrı ayrıdır. İnsanda ruh ve nefs olarak erkek ve kadın birdir, gıdaları birdir, amma vazifeleri, çalışma sistemleri ayrı ayrıdır. Her bir nev’in kazancı da şahsına mülktür. Nitekim hayatı da kendisine mülktür. Demek her birinin kendi el emeğiyle, avlanmak veya mirasla kazanmış olduğu malı, din ve itikadı gibi, şeref ve haysiyeti gibi kendi şahsına mahsus mülktür. Çünkü ikisi de hürdür. Her biri kendi irade ve aklına kabiliyet ve şahsiyetine sahibdir. İstediği şekilde mülkünde tasarruf eder.
İşte beşer cinsinin devamına sebeb de bu mülkiyettir.
Türkler erkek evlada mahdum, kız çocuğa kerîme demişlerdir. Kerîme, çokça kıymetli ve göz bebeği demektir. Şu halde kerîmenin süsü, ziyneti, sadeliği içinde kalmalı, namus, haysiyet ve şerefini korumalıdır. Böylece yetiştirilen bir kadının ağzından hikmet ve ruhundan letâfet akar. İşte kadınlar bu kıymetlerini bilirlerse erkeklere galib olacaklardır. Müslüman bir Türk kadınının, aslâ Avrupalılaşmaya kabiliyeti yoktur. Ve erkeklerin de onları soymaya hakları yoktur.
Seyyid Şerîf kuddise sırruh ne güzel demiş; “İnsan-ı kâmil cüz’î, küllî, kevnî ve İlâhî âlemleri kendi zâtında toplayan bir hakîkattir. İnsan ruhu ve aklı itibarıyla tüm kitabları kuşatan “Umm-ul-Kitab”, kalbi itibarıyla “Levh-i Mahfuz”, nefsi itibarıyla yazar, siler, tertemiz, yüksek ve şerefli bir sayfadır. Bedenî, rûhî, itikadî taharete muvaffak olmayan onun sırrını bilemez. Yüce âlemleri kuşatan bir varlıktır insan…” diye tarif etmiştir. Bu tarife binaen deriz ki, müdrike, ferâsetli, mülhem kuvvetleriyle insan nefs-i nâtıkası cihetiyle de şerefli olarak yaratılmıştır.
Binaenaleyh insandaki rûh-i hayvânî ve nefsi, hayvan âleminden yine çok üstündür. Yani insanda iki üstünlük var; nefs itibarıyla hayvana benzer amma insanın nefsi, hayvanın ruhundan üstündür, şereflidir. Rûhî cihetiyle ise asla hayvana benzemez; meleklere benzer ve onlardan da üstündür.
Her şey kendi sûretiyle diğer cinslerden ayrıldığı gibi, insan da hissî olan bedeniyle diğer hayvanlardan, akıl ve ruhuyla da şeytandan, nefsi itibarıyla da meleklerden ayrılır. Nitekim şekil itibarıyla bir bıçak, kavun ve karpuzdan ayrılır; cam da sertliğiyle sudan ayrılır. Demek insan herhangi bir hayvandan tekâmül etmiş değildir. Bir cihetten birçok mahlukla ortak ve müşterek olsa da, diğer taraftan birçok özellikleri ile hepsinden ayrıdır.
Her ne kadar insan da hayvan gibi beden cihetiyle toprak, su, ateş ve havanın özlerinden yaratılmış ise de insan ruhu cihetiyle üstün ve seçkindir, ayrı ve ebedîdir. Çünkü insanın bedeninin cemada, tüylerinin nebata, nefsinin hayvana, ruhunun meleğe benzeyişi, insanın bunlardan birisinden oluşunu ve bunlar gibi olmasını göstermemektedir.
Demek insan yalnız bunlardan birisi değil bilakis hepsidir. İşte bu özellikle insan yer yüzünün hâkimiyetini kazanmaktadır. Demek insan hepsiyle beraber olduğu için hâkimiyeti kazanmıştır; hepsinden ayrı olduğu için de yer yüzünde halîfelik makamına layık olmuştur
Mutlu insan odur ki, henüz dünyada iken beden ve ruhu temizlenmiş, kemale erdirmiş, ruh ve bedenine, nefsine işaret olan "ben" kelimesinin manasını idrak ederek mecazi benliğini Allah'ın hakiki benliğinde yok eden insan. İşte hakiki insan bu insan.
İnsanın hakîkatini ulemâ şöylece tarif etmişlerdir:
İnsan haraketli, diri, ulvî ve nûrânî bir cisimden ibarettir. Görülen bu bedenin heykelinden muhaliftir. Su gülde, yağ zeytinde, ateş tuğlada nüfuz ettiği gibi, ruh da bu cesedde sereyan ve cevlan eder. Kendisi değişmeye tefessüh etmeye salahiyetli değildir. Mutlak sûrette cismânî heykelde tasarruf eder. Alet ve edevatlarının tefessüh etmesi halinde bedenden ayırılır. İşte bu ayrılış ölümdür. Demek ölüm insan için aslî ve ebedî hayatının başlangıcıdır. İmam Râzî ve İbnu Kayyim bu tarifi tercih etmişlerdir. Binaenaleyh ruh o nûrânî cevherdir.
İnsanın hakîkati ruhtur; madde âleminden hariç veya dahil olmayan nûrânî bir cisimdir; maddî cisim değildir; bedene bitişik veya ayrı da değildir. Ancak tasarruf ve tedbiriyle bedeni idare ederse, insan bu idare sayesinde diridir; irtibatını keserse ölüdür. Binaenaleyh ruh kendisi güneş, beden yer küresi, nefs aralarına girmiş kesâfetli bir bulut gibidir. Kesâfetin zeval bulmasıyla ruh güneşten daha parlak görünür. Bu tarif daha meşhurdur. Nitekim İmam Gazâlî başta olmak üzere birçok ehli tasavvuf, felsefeciler, Kerrâmiyyeden birçoğu, ehli mukâşefe ve İmam Râğıb İsfehânî’nin kabul ettikleri tarif de budur.
İslam dîninin ahlakçıları, görmenin dimağa aksedeceği ilk derecedeki sezgiden itibaren vazgeçirmek için üç büyük düsturu ortaya koymuştur. işte beşer nizamıyla İlâhî nizam arasındaki fark bu düsturlarla bilinmektedir. Toplumun ıslahı da bu düsturlara bağlıdır. Şöyleki:
1- İnsan cinsinden erkek ve kadının, bilhusus gençlerin sezgi kabiliyetlerini, sonradan meydana gelecek fitneden menetmek için nazarı haram kılmış ve örtünmeyi emretmiştir.
2- Nazarı haram kılmak nisbetiyle, ihtilatı ve örtünmeyi emretmeye nazaran da buluşma ve tanışmayı ortadan kaldırmıştır.
3– Bu emr ve yasağa riayet etmeyene cezaları tayin etmiştir. Şöyleki, bu üç düstur da icmâlî olarak şu ayet-i kerîmelerde beyan buyrulmak- tadır:
*“Mü’min erkeklere söyle; (harama bakmaktan) gözlerini sakınsınlar ve (namus, haysiyetten ibaret) ırzlarını korusunlar. Bu kendileri için daha çok temizliktir. Şübhesiz ki Allah (kulunun gizli ve aşikârede) ne yapacaklarından haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle; gözlerini sakınsınlar, ırzlarını korusunlar ve ziynet mahallerini açmasınlar. (Yüzler ve ellerden) Görünen kısmı müstesnadır. Başörtülerini yaka paçanın (tamamını kaplayacak surette göğüsleri) üstüne koysunlar…” [En -Nur 30-31]mealindeki ayet-i kerîmelerin emrini amelî tatbik insanın ıslahı için kâfidir.