Kitabı bitirir bitirmez hemen değerlendirme yapmak istemedim. Kitabı, karekterleri, o dönemin ruhunu iyice özümsemek istedim..
Toplumun, sınırlarını kesin bir biçimde çizdiği dar kalıplarına sığdırmak, içine almak istediği Meursault'un içine düştüğü "yabancılaşma" yî anlatıyor.Hiçbir şey hissetmeyen, hissettirmeyen, dünyaya yabancılaşmış Meursault.
Meursault kendi değerlerini kendisinin çizebileceğine inanan var olmayı savunan bir karekter.
Dünyayı umursamaz, insanların duygularını görmezden gelen, varlığı ya da yokluğu onun için hiçbir şey ifade etmeyen Meursault' un bu umursamaz tavrı "anne"sinin ölümünde de devam ettirmesi ve sonrasında yaşanan basit bir olay içinde sonu idam olan durumla beraber kahramanın iç dünyasını görmemiz sağlanmış.
Kitabın bazı yerlerinde kendinize hakim olamıyorsunuz ve Meursault' çok kızıyor bir mahkemede siz kuruyorsunuz. Mesela:
Annesinin tabutu başında sütlü kahve yudumlayan bir evlat..
Ya da hapishane hücresinin rutubetli taşlarında hayatına vakit geçirmek"için dahil olan kadınların çehresini gözünün önünden geçirirken o çehrelerden biri annesidir..
Ama tüm bunlara, bu merhametsizliğe, bu yabancılaşmaya Meursault'u iten neydi?
Bu adam niçin idama mahkum edildi?
Annesinin tabutu başında sütlü kahve içtiği için mi,
Annesinin ölümüne ağlamadığı için mi,
Tanrı'ya inanmadığı için mi,
Birini öldürdüğü için mi
Yoksa toplumun dayatmalarını kabul etmediği için mi?.....
Ve keşke yazarımız bize, Meursault'u hayata karşı, Tanrı'ya karşı olan tavrının nedenini, annesine olan merhametsizliğini, geçmişiyle ilgili birkaç cümle sunabilseydi...
İyi okumalar...