Akşam oluyordu. Gene upuzun, bomboş bir gece başlayacak... Kederden umuda, umuttan umutsuzluğa, sonra da bir çeşit anlatılması imkansız sevince atlayarak, hayallerle dünyayı çepeçevre dolaşmak... Hatırlandığı zaman: “Ben bunu şimdi nereden hatırladım? Bunun ne değeri vardı ki aklımda kalmış?” diye düşündüren küçücük, değersiz olayları, görüntüleri, renkleri, parıltılarla aydınlanan insan yüzlerini, yeniden yaşayıp yeniden seyrederken nihayet uyumak...
Deniz tüm karşıtlıkların toplamıydı, insanın buna inanması bir iki saniyesini alıyordu, orada her şeyin bir anda, en iyiden en kötüye, en güzelden en şeytaniye, yaşamdan ölüme, değişebileceğini hissediyordu.
"yaş dediğin şey insana en azından bir iki şey öğretebilmeli yoksa yaşlanmak neye yarar? Ama al işte, kültür var, kültür var. Biri bilgine bir şey katar, diğeriyse cehaletine."
Siviller -cahillikleri yüzünden- diğerlerinden daha bezdiriciydi; bu zavallılar sefilliklerini bir şekilde kapatmak istiyorlardı: Okuduğunu anlamak bir yana, okumayı bile bilmiyorlardı; açıklamak, tekrarlamak, hecelemek ve her cümlede, emsalsiz bir saygı göstererek onları övmek gerekiyordu.
İçlerindeki yaşam soğuk, boş ve en iyi ihtimalle tortul, her durumda basitti; yaşamın yerine bir alışkanlık yerleştirilmiş ve mutlak bir otomatik etkileşim sistemi yaratılmıştı.
Sınırsız dünya diye bir yer olamazdı çünkü sınırlar olmayınca dünya hiçliğin içinde yok olurdu, var olamazdı ve eğer bir sınır varsa geçilebilirdi, geçilmeliydi de, ne pahasına olursa olsun çünkü yaşamın kayıp kısmının sınırın diğer tarafında olması gayet mümkündü.