Ah! Tüket beni ey sevgili,
Sonuna kadar tüket ki,
Uykuya dalayım
Ve sevebileyim.
Hissediyorum ölümün
Gençleştirici akışını, kanım
Merheme ve uzama dönüşmekte -
Yaşıyorum gündüz vakitlerinde
İnanç ve cesaretle
Geceleri ise
Kutsal ateşte ölüyorum.
Elbette tuhaf yeryüzünde yaşamamak artık,
daha yeni öğrenilmiş âdetleri sürdürmemek,
güllere ve vaatlerle dolu başka şeylere, insanların geleceğine dair, anlamlar vermemek;
ezeli endişeli ellerdeki gibi olmamak artık
ve kendi adını bile kırık bir oyuncak gibi bir kenara koymak.
Tuhaf, dilekleri bir daha dilememek.
Tuhaf, birbiriyle ilişkili her şeyin uzayda böyle kopuk kopuk uçuştuğunu görmek.
Ve meşakkatlidir ölü olmak,
ve telafi edileceklerle dolu, öyle ki sonunda yavaş yavaş hissedilir ebediyet.
Bu kadim acılardan nihayet feyz almamız gerekmez mi?
Zamanı gelmedi mi, kendimizi sevgiliden sevgiyle kurtarmanın
ve ayakta kalmamızın titreyerek:
okun yaysız kalabilmesi gibi,
fırlayıp giderken 'fazlası' olmak için kendinden.
Zira kalmak yoktur hiçbir yerde.
“Oysa ki acılar kışın dökülmeyen yapraklarımızdır bizim, her daim koyu anlam yeşilimiz, mevsimlerinden biri mahrem senenin - sadece mevsim de değil- yer, yerleşim, konak, toprak, ev.”